Okunması şart makaleler:

Tasavvuf ve Tarikatlardan Yeni Dünya Dinine: Bölüm 1 ve Bölüm 2
Komünizm, Kızıl Devrim, Sovyetler Birliği ve Şirketler
İnsan, Din ve Kuran
Bu da amme hizmeti: Okunması Gereken Kitaplar Listesi

Bir Başka Din: Tasavvuf kitabı çıktı; internet'ten sipariş etmek için kitapyurdu link'i.

YENİ: Youtube'daki hodor hodor konuşmalarım için buradan alalım.

16 Haziran 2020 Salı

Nasıl Geçecek Bu Ömür?

Selam.

Dert bulma konusunda beynim Keynesyen bir modele sahip. Hani iktisatçı Keynes meramını anlatmak için biraz da mübalağa ile devletin ekonomiyi canlandırmak için gerekirse insanlara çukur kazdırtıp o çukuru tekrar doldurtması gerektiğini söylüyordu ya, benim beynim de "Bir dert bul, yoksa da yarat" prensibiyle işliyor. Bu kendimi bildim bileli böyleydi. 8-10 yaşlarındayım, akşam babamın işten dönmesini bekliyorum sabırsızlıkla, çünkü ona sormam gereken çok önemli bir soru var, beynimi kemiriyor. Babam geldi, yemeğini falan yedi, babam koltuğa geçince ben de yanında yalandan dolanmaya başladım. Böyle köpekbalığı gibi etrafında dolanıyorum adamın. Güldü babam, anladı yine bir derdim olduğunu, "heh söyle" dedi. Sonunda sabahtan beri beynimi kemiren şeyi sordum: "Baba yaşlanınca emekli maaşını nasıl çekiyoruz? N'olursun anlat. Bankaya mı gidiyoruz, bi devlet dairesine falan mı gidiyoruz, oraya ne diyoruz da bize emekli maaşı veriyorlar, nasıl oluyo o işler n'olur anlat baba?".

Şimdi en fazla 10 yaşındaki hali bu olan gen dizilimini siktiğimin hastalıklı organizması büyüyünce de bundan çok farklı olmuyor. Tamam belki görünürde daha realist dertler ediniyor ama kafasının çalışma prensibi büyüse de değişmiyor, "ya bir dert bul ya da yarat".

Bu blog'u başından beri takip edenler ya da merak edip eski yazıları kurcalayanlar bileceklerdir, benim 10 sene evvel de böyle kendimden bahsettiğim, damar yazılarım vardı. Şimdi de bir tanesini daha yazıyorum. Eğer yaşarsam belki burada, belki başka bir yerlerde, 10 sene sonra yine "Olmuyor anasını sikeyim" temalı şeyler yazacam. Biliyorum, malzeme bu. Karakter denen şeyin değişeceğine zerre inancım yok. Kendini törpülesen de, terbiye de etsen, terapi de görsen, mal değişmez.

Son yıllarda başka bir dert daha edindim ben, daha doğrusu bu bende hep vardı ama şiddeti epey arttı. Motivasyonsuzluk, isteksizlik. Üstelik bu benim uydurduğum dertlerden biri de değil, çok gerçek bir şekilde yapıştı yakama. Buraya epeydir bir şey yazmıyorum adam akıllı, sebebi motivasyonsuzluk. Lan yazmaya motivasyonumu kaybettim, bari Youtube kanalı açıp konuşayım o daha zahmetsiz diyerek video'lar yükledim, 15-20 video sonra ona da motivasyonum kalmadı. Son bir yıldır doğru düzgün kitap okumadım. Tırnaklarımı ancak konserve açacağı kıvamına gelmelerinden sonra, o da dışarıya çıkmam gerekiyorsa kesiyorum. Karantina hayatımda pek bir şey değiştirmedi. Yeni bir film seyretmeye üşeniyorum, beynim almıyor, onun yerine sevdiğim filmleri 15-20. kez izliyorum. Aslında çoğu zaman film de seyredemiyorum, 5 dakikadan uzun süre aynı işle uğraşamıyorum, Youtube'un bana önerdiği video'ların yarısı kısa kedi video'ları, bir onlarda huzur buluyorum. Salak olmadıkları sürece güzel kızlara yavşamayı ve onların ilgisini kazanmayı severim, genellikle bir kızla bir gün konuştuktan sonra bir daha yazmıyorum, "amaaan kim uğraşacak şimdi, boşver" diyorum, hevesim kaçıyor. Bir dahaki libido patlaması yaşayışımda (genellikle birkaç ay sonra) tekrar yazıyorum, bu sefer de onlar cevap yazmıyor ehehe. Telefonum çaldığında moralim bozuluyor, "kimin telefonunu açmayıp onunla olan arkadaşlığıma zarar vermek zorunda kalacağım şimdi?" düşüncesiyle. Bir şey eğer zorsa, onu yapmak için daha da hırslanmıyorum, onu yapmaktan vazgeçiyorum. Zor bir duruma düştüysem, daha da güçlenmiyorum, altında eziliyorum. Uyumak en büyük zevkim, bu zevki katmerleyen bir şey keşfettim; eğer deliksiz uyku çekmek yerine uykundan 3-4 kez uyanırsan ve 3-4 kez uyumakta olduğunu, daha uyuyacak uykun olduğunu, bir süre daha uyanmayacağını fark edersen daha da zevk alıyorsun. Her sabah değil eyvallah ama çoğu sabah uyandığım için üzülüyorum. Bu arada iyi kalktığım sabahların da kötü kalktığım sabahların da hiçbir dış sebebi yok, Allah'a inanmasam kesin determinist olurdum, hiçbir şey elimde değilmiş gibi ve her şey random gelişiyormuş gibi hissediyorum. Sebep sonuç ilişkisi kuramıyorum. Yani kısacası yaşamıyorum, ömürden yiyorum. Teoride Müslüman, pratikte nihilist, ölmeyi bekliyorum. 

Bu bencilliğim için özür dilerim fakat bir yanım büyük İstanbul depremini bekliyor. Hatta geçenlerde e-devletten risk haritasına baktım, bak bizim mahallede kırmızının öyle bir tonu vardı ki koy Türk bayrağına sırıtmaz şerefsizim. Apartmanın da laz müteahhit tarafından yapıldığını eklersek on numara ölüm, intihar-free. Bu son yazdıklarımı yarı ciddi yazdım ama yarım da olsa ciddiyim.

Bu ömrün nasıl geçeceğini bilmiyorum. Başlıkta soru olarak yönelttiğime bakmayın, retorik bir soru o, cevabının kimsede olmadığını biliyorum. Kolunu lavaboya sıkıştırmış stepmom'ın "son, can you help me?" sorusu gibi dravdan bir soru o. Bu soru üzerine "spor yap, düzenli beslen" diye tavsiye verildiğinde içimden beddua ve küfür karışımı temennilerde bulunuyorum. Yavrum ölüyorum diyorum, ne sporu. Sağlığı yerinde olan bir insan sağlığını koruma maksadıyla spor yapar, sağlıksız bir insanın spor yapabilecek lüksü yoktur. Ben götümü silebildiğime şükrediyorum.

İte kaka daha nereye kadar götürebileceğimi bilmiyorum ama bu şekilde götürebilmek de güzel bir şey değil. Bazen umut ediyorum ki fakirin temel gıdasıdır, lan diyorum, sabahları nasıl uyanacağım tamamen gelişigüzel belirleniyor ya, hah işte belki bir sabah eskisi gibi yaşama sevinciyle uyanırım ve bu sefer saman alevi gibi birkaç saatlik sürmez, kalıcı olur, belli mi olur, diyorum. Ama öyle bir şey olmuyor. Açıkçası durumum yaşım ilerledikçe ağırlaşıyor. İçimdeki yaratığı nasıl zaptedeceğimi bilemiyorum. Başa çıkamıyorum artık.

Zaman makinem olsa dedemin taşşaklarını koparırdım, deli halinle o kadar çocuğu neden yapıyorsun lan diye. Ya da yok, Allah korkusundan intihar edemeyen adam bunu hiç yapamaz. Ama isterdim. Be amına koduğumun delisi derdim, yeter artık üreme derdim, bak kahrını sonraki nesiller çekiyor amcık ağızlı derdim. Ohoo bıraksan daha neler derim, göt. İyi de adamdı ama deliydi işte. Bilinçsiz göt.

Sabah kahvesi iyi gelmişti, böyle bir enerji, bir dışa dönüklük vermişti, yazı yazmaya acayip heveslenmiştim. Şimdi kaçtı hevesim. O zaman ben bitiriyorum bu yazıyı. Motivasyonumun ve dertliliğimin çakıştığı bir sonraki anda -ki 3 sene sonra olabilir- görüşürüz.

Gitmeden son bir sorum olacak. Honey, I'm stuck, can you help me?

24 Mart 2020 Salı

Öylesine

Sel... Haaark ptüüüüüüüh. Oğlum kaldırın şu örümcek ağlarını, ağzıma kaçtı lan. Şşşş bak şurada da var biraz. Hah, selam.

Biliyorum artık ne buraya yazıyorum, ne de Youtube'a adam gibi video atıyorum, şimdi bunlar için bir özür dileme faslına girmeyeceğim. Çünkü motivasyonum yok, uzun süredir hiç yok, kayboldu. Belki artık 20 yaşımda olmayışımın da payı vardır, şaka maka 30 oldum ve 30 yaş sanki acayip bir eşikmiş, vakti gelince birdenbire evrim geçiren pokemonlar gibi ben de birdenbire mazbut bir insana dönüşüverdim. Grup Sex n Dirt'ün Kral Tv'de klibinin yayınlanması sürecinde aniden Grup Seksendört'e dönüşmesi gibi benim de üzerime aniden bir mazbutluk, bir sakinlik çöktü (özlemişim şöyle fantastik benzetmeler yapmayı ehehe). Peki niye yazasım geldi bunca zaman sonra? Onu da bilmiyorum, belki şu corona mevzusu tetiklemiştir. Açıkçası benim hayatımda pek değişen bir şey olmadı, çünkü halihazırda 3 yılda 1 dışarı çıkan adamım anasını satayım. Sağlık bakanlığından corona hususundaki bu yüksek bilinçliliğim sebebiyle plaket almayı bekliyorum.

Milliyetçi bir insan olmakla beraber halkımızın büyük çoğunluğundan nefret ediyorum. Oksimoron bir ifade gibi gözükebilir ama aslında değil. Milliyetçiyim, çünkü bilhassa Ortadoğu gibi bir bok bataklığında var olmak için düzgün insanlara muhtacım. İnsanımdan nefret ediyorum, çünkü popülistiz, gazla çalışıyoruz ve hangi tepkiyi, kime, nerede göstereceğimizi bilmiyoruz -ki biz buna racon diyoruz, önceki derslerde işlemiştik-.

Çocukluğumda fanatik Beşiktaşlıydım, sonra ilgim tamamen kayboldu, şu an tırt bir Beşiktaşlıyım. Kadrodan 3-5 adam sayabilir miyim emin değilim, arada Şampiyonlar Ligi maçı olursa seyrediyorum, o kadar. Futbola bu kadar olan ilgim bile Fatih Terim'i pek sevmemek için yeterli olmuştu bana. Yüksek ego doğru insanda oldu mu çok severim, mesela Sergen Yalçın. Futbolcuyken ukalaydı, umursamazdı, küstahtı ama çıkar jeneriklik bir gol atıp maçı kazandırırdı ve muhabirlerin sorduğu saçma sorulara "Sanane yarağım" minvalinde cevaplar vererek hak edilmiş ukalalık örneğini harika bir şekilde gösterirdi. Fatih Terim gelmiş geçmiş en başarılı Türk antrenör olmasına rağmen kendini sevdirmemek için pek çok şey yapıyordu, tüm başarılarına rağmen onun yüksek egosu "hak edilmiş ukalalık" çıtasını fazlasıyla aşıyordu. Neyse demem o ki, futbolla çok çok az alakası olan bir insan olarak bu kadar az alakamın olması bile Fatih Terim'i sevmemem için yeterli oldu benim için, zira çok falsosu vardı. Gel gör ki dün gece Fatih Terim'in corona pozitif olduğunu öğrenince acayip üzüldüm. Bilirsiniz ölen yabancı aktörler veya şarkıcılar ardından abartılı ağıt mesajları yayınlayan sosyal medya duyarlılarıyla taşak geçerdim, şunun gibi:

ünlü bir şarkıcı mı öldü ekşi sözlüğe entry gireyim ile ilgili görsel sonucu

Ama bir şekilde göz önünde bulunan insanların başına gelenlerden etkileniyoruz. Seyrettiğimiz filmdeki hayal ürünü karakterin başına kötü olaylar gelince üzülüyoruz, çünkü empati kuruyoruz ve o an filme odaklanmış olduğumuz için o karakter epey bir göz önünde oluyor bizim için. Benzer durum ünlü insanlar için de geçerli, tanımadığımız insanların başına gelenlerden etkilenmezken göz önünde bulunan insanların başına gelenlerden daha çok etkileniyoruz. Bu sadece bir realite, sövülmesi ya da üzerinden dünyanın adaletsizliği hususunda arabeske bağlanması gerekmez.

Benim kafamın tasını attıran şey Fatih Terim'in kızının şu tweet'i ve ona gelen şu minvaldeki cevaplar oldu aslında:



İşte yanlış insana yanlış tepki, yani raconsuzluk derken bunu kastetmiştim. Sırf birisinin kızı, oğlu, damadı, falan filanı olduğu için hak etmediği yerde olan nice vasıfsız insan var, doğrudur. İngiliz Kraliyet Ailesi diye bir şey var lan, bir üyesi osurayım derken yanlışlıkla sıçsa tüm uluslararası basında haber oluyor, düğünleri canlı yayınla 5 trilyor kanalda yayınlanıyor. Çok var böyle örnekler evet. Fakat burada kız "Bakın bu benim sonbahar yaz takı kreasyonum :)))))))))" dememiş. Babasının ölme riski var ve hem de bu risk birilerinin sorumsuzluğu sebebiyle oldu, yani maçlar tatil edilebilirdi ama zamanında tatil etmediler maçları, göz göre göre bu kız babasını kaybetme riskine sahip. Şimdi bu durumda Merve Terim belki beline 15 kilo dinamit koyup meydanlık bir yerde patlatmaya hak kazanmaz, ama bu işin en ufak sorumlusundan en büyüğüne kadar hepsine ana avrat küfretmeye hak kazanır. Binbir türlü beddua etmeye hak kazanır. Ve eğer böyle bir şey bizim ülkemizde mümkünse hukuki yollardan sorumluları süründürmeye hak kazanır. Bu hayattaki tek özelliği göz önünde bulunan insanlara laf sokmalı tweet'ler atarak prim yapmaya çalışan raconsuz tipler nereden alırlar önüne gelene sallama ehliyetini? Hayır istediklerini söylemekte özgürler tabi ki (long live liberalism ehehe) ama bunun adı resmen raconsuzluk. Özgürlüğüne sahip olduğumuz her fiili gidip yapmayız ki biz yetişkinler olarak.

Bunu daha evvel anlatmışımdır, 8-10 sene önceki yazılarımda acım daha tazeyken babamdan daha çok bahsediyordum, kaşarlı okuyucularım bilirler. Babam 12 sene evvel beyin tümöründen öldü. Ölümünde hiçbir sorumlu yoktu. Beyin tümörü bu, çıkıverdi işte. Suçlusu ne maçları iptal etmeyen federasyon, ne açtığı çukuru kapamayan belediye, ne havaya öylesine kurşun sıkan bir magandaydı. Keşke öyle olsaydı da hıncımı çıkarabilseydim diye düşündüğüm çok olmuştu, öfkemi haklı bir yerlere kanalize edebilirdim, ama suçlu yoktu. Hıncımı çıkaracak biri olmadığı için ben de en yüksek merciiye dayılandım, Allah'a öfkelendim ve gittim ateist/agnostik oldum. Birkaç sene de sürdü bu halim, neyse ki Allah çok büyük ikram sahibi de benim gibi bir salağa bile aklı selim sahibi olmayı bahşetti sonunda.

Biz kendimiz için bile hissetmediğimiz korku ve endişeyi, en sevdiklerimiz için hissederiz (bu egoizmle de çelişmez, önceki derslerde anlattineneynineyniney). Sevdiğini kaybetmek, bir insana Allah'a bile isyan bayrağı açtıracak kadar zor bir sınav. Ve ünlüler, Fatih Terim'in kızı, Kraliçe Elizabeth'in dünürü, hiçbiri bu sınavdan muaf değiller. Göz önünde bulunan insanların insan olmadığı düşüncesine nasıl kapılıyor bu insanlar anlamıyorum. Ortaokul ve lisede hocaya laf sokunca cool olduğunu zanneden sikikler büyüyünce böyle insanlar oluyor demek ki, değişen pek bir şey olmuyor. Hugo'ya katılıp 3 hakkını 25 saniyede harcayan ve tüm seyir zevkimizin içine sıçan yeteneksiz piçler de büyüdü bu arada, onları da boyuna posuna bakıp adam zannediyoruz ama değiller halbuki.

Bu ısınma yazısı olsun, belki yine burayı aktif kullanırım, halet-i ruhiyeme göre, söz vermeyeyim. Eyvallah.