Selam kaynatasına Ryu'nun dönen tekmesini attıklarım.
Maalesef eskisi gibi kitap uzunluğunda yazacak fırsatım yok, bu aralar daha çok Facebook sayfamda kısa paylaşımlarda bulunuyorum. Fakat blog'u da boşlamak istemediğimden kısa bölümlerden oluşan bir amme hizmeti serisi yazmayı planlıyorum. Bu yazı serisinde, din zannedilen geleneklerden bazı örnekler vereceğim size ki bu işi yapmak, bir kütüphane dolusu kitap yazmak gerektirir. Zira ortalık İslam zannedilen kulaktan dolma bilgiler, eski alışkanlıklar, töreler, gelenekler ve eklemelerden geçilmiyor. Bu işi elimden geldiğince kısa ve öz yapmaya çalışacağım. Lafı çok uzatmadan başlıyorum.
Gelenek: Ölünün arkasından Yasin okumak.
Gerçek: "Kuran, DİRİ OLANI uyarsın ve gerçeği örten nankörler/inkârcılar aleyhine söz hak olsun diye indirilmiştir."
Az önce ölülerin arkasından okunan Yasin suresinin 70. ayetini okudunuz.
Gelenek: Ölünün 40. gününde mevlid töreni yapmak.
Gerçek: Şamanizmden kalma bir adet (tıpkı gidenin arkasından su dökmek, nazar boncuğu kullanmak gibi eski bir Türk adeti)
Gelenek: Sünnet olmak.
Gerçek: Bilinen tarihte Antik Mısır'dan Yahudilere aynen geçen ve cinsellikten az zevk alınması için yapılan asketik (çileci) bir uygulamadır. Hatta kimi toplumlarda yapılan kadın sünnetinde de kadının zevk almasını iyice önlemek için özellikle "klitoris" bölgesi alınır. Kuran'da sünnet olmak yoktur, iması bile geçmez. Yani boş yere kestirdik beyler ve sırf bu yüzden cinsel organımız sünnetsiz birininkine göre daha duyarsız hale geldiği için cinsellikten daha az zevk alıyoruz. Sanırsın peygamber, Ebu Bekir, Ömer, yaşını başını almış sahabe o kadar zorluğun içinde işi gücü bırakıp sünnet oluyordu, he tamam. (Gerçi peygamberimize doğuştan sünnetli diyorlar, malum, hadislere göre Ayşe validemiz haşa peygamberimizin yatak odasıyla ilgili tüm detayları millete anlatıyor). İstisnai olarak bazı erkeklerde sağlık açısından sünnet yapılması gerekli olabiliyor olsa da, bu dini bir emir değildir. Tıpkı bademciklerin alınması gibi. Dövme yaptırmaya "Allah'ın yaratışını değiştirmek" diyen Diyanet'in, sünnet gibi geri dönüşü olmayan bir şeyi tasdik etmesi ise hem bir çelişkiler yumağıdır, hem de bir Müslümanın kendisini Allah'tan başka hiçbir kişi ve kuruma teslim etmemesi gerektiğinin kanlı canlı ispatıdır.
Gelenek: Peygamberden şefaat istemek.
Gerçek: Allah'ın, peygamberimize toplumuna söylemesi için vahyettiği sözler: "De ki: 'Doğrusu ben, sizin için ne bir zarar, ne de bir yarar sağlayabilirim.'" (Cin 21)
Gelenek: Evliyalardan şefaat istemek
Gerçek: Bir önceki ayetle bu ayet arasındaki paralelliğe dikkat: "Allah'ın yanında bir de kendilerine zarar veremeyen, yarar sağlayamayan şeylere kulluk ediyorlar ve şöyle diyorlar: 'Bunlar bizim Allah katındaki şefaatçılarımızdır.'" (Yunus 18'den)
Gelenek: Bir insan Allah'tan daha adil ve daha kudretli olabilirmişçesine, bir kişinin bir kişiyi cehennemden kurtarabileceğine, yani ona şefaat edebileceğine inanmak.
Gerçek: "Şefaat, tümden ve sadece Allah'ındır." (Zümer 41'den)
"Günahları Allah’tan başka kim affeder?" (Ali İmran 135'ten)
Bunun dışında insanların, meleklerin ya da kulların yapabileceği "şefaat", sadece "tanıklık" manasında kullanılır. Tıpkı İsra suresinde sabah namazının tanıklarca (muhtemelen melekler) izlendiğinin belirtilmesi gibi.
Gelenek: Evliyalardan medet ummak, türbelere gidip ölen "mübarek" kişiyi Allah ile araya aracı kılarak duaların gerçekleşeceğini zannetmek (torpili ve dalkavukluğu dine bile sokmuş vaziyetteler).
Gerçek: Kuran bunu yasaklayan ayetlerle doludur, hepsini koymaya kalksam yazı iyice uzayacak. Anlayana sivri sinek saz misali bir delil de yeter:
"Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek velileri yoktur. Allah'ın saptırdığı kimse için artık hiçbir yol yoktur." (Şura 46)
Gelenek: Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.
Gerçek: "Kâfirler hoşlanmasa da siz, dini yalnız O'na özgüleyerek, Allah'a dua edin!" (Mümin 14)
Gelenek: Biz şeyhlere, velilere, evliyalara tapmıyoruz, kulluk etmiyoruz. Onlar bizim için yol gösterici.
Gerçek: O insanlardan medet ummanız, ağızlarından çıkan her sözü kural bellemeniz, kendinizi onlara teslim etmenizin adı "kulluk" ve "tapınmak"tır zaten. Şirk koşmanız için çok tanrılı mitolojik bir dine mensup olmanız şart değildir. Bu ayet size tapınmanın ve kulluğun ne olduğunu iyice açıklayacaktır: "Gözünüzü açıp kendinize gelin! Arı-duru din yalnız ve yalnız Allah'ındır! O'nun yanında birilerini daha veliler edinerek, "Biz onlara, bizi Allah'a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk etmiyoruz." diyenlere gelince, hiç kuşkusuz, Allah onlar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir. Şu bir gerçek ki, Allah, yalancı ve nankör kişiyi iyiye ve güzele kılavuzlamaz." (Zümer 3)
Gelenek: Veli, şeyh, evliya, gavs gibi kişiler ruhani özelliklere sahiptir.
Gerçek: Kuran'da nebilerin sonuncusu olan Muhammed'den sonra kimsenin böyle bir özelliğe sahip olabileceği belirtilmediği gibi Allah; Hristiyan ve Yahudileri bu yüzden eleştirir: "Allah'ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de öyle. Oysa kendilerine, tek olan Allah'tan başkasına ibadet/kulluk etmemeleri emredilmişti. İlah yok o tek Allah'tan başka. Onların ortak koştuklarından arınmıştır O." (Tevbe 31). İstisnalar dışında herhalde hiçbir papaz ya da haham çıkıp da "Ben Allah'ım" demiyordu ve Hristiyanlar, Yahudiler de onlara Tanrı demiyorlardı. Oysa kendilerini o ruhban sınıfına teslim etmeleri; onları rab edinmek, onlara kul olmak ve Allah'a şirk (ortak) koşmaktır. Günümüzde kullandığımız şirket (ortaklık) kelimesi de Arapça'daki "şirk"ten gelir ve Allah'ın ortağı yoktur.
Gelenek: Peygamber de kural koyabilir, haram ve helal belirleyebilir, bak bu ayette öyle diyor: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyenlerle, kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe, 9/29)
Gerçek: Kuran a+b+c şeklinde bütünsel okunan bir kitaptır. Allah dışında hiçbir varlık (peygamber, melek, vs) dine kural koyamaz. "Hüküm yalnız O'nundur." (Enam 62'den). "Sana vahyedilene uy ve Allah hüküm verinceye kadar sabret. O, hâkimlerin en hayırlısıdır." (Yunus 109)
"De ki: 'Ben sadece Rabbimden bana vahyedilene uyuyorum.'" (Araf 203'ten)
Resul, kelime manasıyla birebir olarak "elçi" demektir. Elçi, belirli bir makamın sözlerini ileten, onu temsil eden kimsedir. Nasıl ki bir Osmanlı elçisi, Bizans kralına kendi sözlerini değil de padişahın sözlerini iletiyorsa, Allah'ın elçisi yani resulullah da Allah'ın sözlerini, emir ve yasaklarını ileten kimsedir.
Gelenek: Mezhepler haktır.
Gerçek: "Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara, yapıp ettiklerini haber verecektir." (Enam 159)
"Sizin için, dinden, Nûh'a önerdiğini, sana vahyettiğini, İbrahim'e, Mûsa'ya ve İsa'ya önerdiğimizi şöyle diyerek kanunlaştırdı: "Dini dosdoğru tutun; onda bölünüp fırkalara ayrılmayın!" Onları çağırdığın bu tutum, şirke bulaşanlara çok ağır gelmiştir. Allah, dilediğini kendisi için seçer ve hakka yönelenleri kendisine iletir." (Şura 13)
Bu ayetlerde Allah'ın "sen" diye hitap ettiği kişi son peygamberimiz Muhammed'dir. Mezheplere inanıp Muhammed peygamberimizle hiçbir ilişiği olmayan kimselerden olmak elbette sizin seçiminiz... İslam'da mezheplere bölünmek yoktur, hatta yasaklanmıştır. Mezhepleri yasaklayan diğer ayetler için bkz: Şura 14, Rum 32, Ali İmran 103-105, Tevbe 107.
Gelenek: Mezhepler sadece işleri kolaylaştıran yorumlardır.
Gerçek: Mezhepler namazda parmaklarının arasının kaç karış veya kaç parmak aralık olması gerektiğinden tut da, suyu kaç yudumda içmen gerektiğine kadar Kuran'da yer almayan, tamamen kişiye bırakılmış konuları didik didik deşen ve dini zorlaştıran uygulamalarla doludur. Bunun yanı sıra ve daha da tehlikelisi, mezheplerin birbirinden farklı helal ve haramları vardır. Oysa "bir" olan Allah'ın, helalleri de "bir"dir, haramları da "bir"dir. Aşağıdaki tabloları ister okuyun, ister hızlıca bir göz gezdirin:
Bu tablolar sabaha kadar sürer ve her mezhep de kendisinin doğru yolda olduğuna inanır. Kuran ise adeta bugünleri anlatır: "Onlar ki, dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar haline geldiler. Her hizip kendi elindekiyle sevinip övünür." (Rum 32)
"Hep birlikte Allah’ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın" (Ali İmran 103'ten)
Gelenek: Kainat peygamberimizin yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır.
Gerçek: Yuh.
Devam edecek inşallah.
Okunması şart makaleler:
Tasavvuf ve Tarikatlardan Yeni Dünya Dinine: Bölüm 1 ve Bölüm 2
Komünizm, Kızıl Devrim, Sovyetler Birliği ve Şirketler
İnsan, Din ve Kuran
Bu da amme hizmeti: Okunması Gereken Kitaplar Listesi
Bir Başka Din: Tasavvuf kitabı çıktı; internet'ten sipariş etmek için kitapyurdu link'i.
YENİ: Youtube'daki hodor hodor konuşmalarım için buradan alalım.
Tasavvuf ve Tarikatlardan Yeni Dünya Dinine: Bölüm 1 ve Bölüm 2
Komünizm, Kızıl Devrim, Sovyetler Birliği ve Şirketler
İnsan, Din ve Kuran
Bu da amme hizmeti: Okunması Gereken Kitaplar Listesi
Bir Başka Din: Tasavvuf kitabı çıktı; internet'ten sipariş etmek için kitapyurdu link'i.
YENİ: Youtube'daki hodor hodor konuşmalarım için buradan alalım.
30 Eylül 2016 Cuma
23 Eylül 2016 Cuma
Kapitalizmin En Saçma Ticareti: Konforu Al, İnsanlığı Sat.
Selam kaynatasızlar.
Sikindirik kapitalizm ve toplum eleştirisi yapmayacağım, ya da belki yaparım, bilmiyorum. Bir gerçek sırf klişe halini aldı diye gerçekliği zedelenecek değildir.
Sevmediğimiz işlerde çalışıyoruz, sevmediğimiz okullara gidiyoruz, sevmediğimiz insanlarla muhatap olmak zorunda kalıyoruz, hayatımızın uzun bir dönemini gereksiz işlerde ve başkalarını daha zengin etmek için harcıyoruz. Lakin, eğer uykuda veya çok ani bir kazada "şıp" diye ölmezseniz, can çekişme esnasında bilinciniz açıksa; siz de, daha zengin olmak için size insan muamelesi yapmayan patronunuz da, ölmeden evvelki o bilmemkaç nanosaniyede içten içe "hassiktir" diyorsunuz. "Hassiktir, bunun için miydi her şey?"
İnsanoğlu ölümün ne demek olduğunu ve ne anlama gelmesi gerektiğini tam anlamıyla idrak edebilmiş değil. Ölüm denilen olayı çok yakından tecrübe etmeyen veya ettiyse bile kendince saçma bir savunma mekanizması geliştirmiş birtakım bilirkişiler tarafından sürekli "ölüm korkusu" denilen kavram üzerinden sikimsonik psikolojik masallar dinliyorsunuz. Ölüm korkusunun insanı daha korkak olmaya ittiği yönünde aptal hikayeler dinliyorsunuz ve sahiden de bu öykülerin etkisiyle ölümden korkan aptal insanları seyrediyor, gittikçe de onların etkisinde kalıyorsunuz. Oysa ben ölüm korkusunu hep Allah korkusuna benzetirim. İnsanı cesur olmaya itecek yegane iki korkudan biridir, ölüm ve Allah korkusu. Zira bunlar, size bu dünyada kaybedecek hiçbir şeyinizin olmadığını tembihleyen, hatta ispat eden korkulardır. Trilyonlarca kilogram altının, varil varil petrol rezervin olsa da ölüyorsun. 0-0 berabere giden Dünya Kupası final maçında 90+3'te gol atıp on binlerce kişi tarafından ayakta alkışlanan milli futbolcu olsan da ölüyorsun. Müthiş saygın bir iş adamı olsan da ölüyorsun.
Son verdiğim para ve prestij odaklı örnekleri, aşağılama maksadıyla kullanmadım. Tam tersine hayattaki güzel süsler bunlar. Fakat sadece süs. 23 Nisan'da bir ilkokul sınıfını daha güzel hale getiren, fakat ertesi gün çöpü boylayan kartondan konfeti ve kurdele yığını gibi sadece süs. Amaç edinilemeyecek kadar geçici.
Bunların geçici olduğunu idrak edemeyen insan, doğal olarak bunları kaybetmemek için tüm hayatını bunlar uğruna feda ediyor. Fakat 24 Nisan'da çöpe atılan konfeti gibi, ölümünden sonraki gün çürümek üzere bir çukura atılıyor.
Yaklaşık son 200-300 yıldır, önce Avrupa'daki Aydınlanma Çağı, sonra İngiltere'den başlayıp yine tüm Avrupa'yı etkisine alan Sanayi Devrimi, güzel sonuçlarının yanında insanların zihinlerinde etkisi bugüne dek süren ve sürmekte olan büyük de bir hastalığa yol açtı: Sonu olanı amaç edinmek.
Sonu olanın amaç edinilmesinin neden saçma olduğunu yalnızca çok az insan anlayabilir, daha doğrusu kabul edebilir. Karşılaştıkları travmalar sonucunda sağlıksız savunma mekanizmaları geliştirenler hariç, ölümü yakından tecrübe edenler bunun önemini idrak edebilme konusunda bir adım daha öndelerdir.
3. Dünya Savaşı çıksa ve sonucunda 1 milyar insan ölse, bu sizi asla hayatta en sevdiğiniz insanı kaybetmek kadar etkileyemez. 1 milyar insanın ölümü, size ölümün ne olduğunu kavrama konusunda hayatta en sevdiğiniz bir tane insanın ölümü kadar başarılı olamaz. Çok duygusuzca gelmiş olabilir fakat biz buyuz, insan bu. Bizim gibi terörle iç içe yaşayan bir ülkede çok denk gelmişizdir X diye bir ünlünün ölümüyle, onlarca şehit haberinin aynı günlere denk gelişine. "Yaa bu kadar askerimiz öldü, siz hala X'in ölümünü konuşuyorsunuz" diyenler de olur. Aslında haklılar, hiç insani ve etik gelmiyor insanların bu tavrı. Fakat biz buyuz, sırf gözümüzün önünde bulunduğu için, hele bir de 2-3 şarkısını veya filmini çok seviyorsak, o ünlünün ölümü daha fazla etkiler bizi hiç tanımadığımız 15 askerin ölümünden. Biri overdose uyuşturucu kullanımından, biri çok şerefli bir dava uğruna ölmüştür belki de, fakat sonuç değişmez.
Birdman filmindeki "sanatçı olamayan eleştirmen olur" lafındaki gibi, acıyı ve ölümü idrak edememiş insanlar, bunların üzerinden sadece ahkam keser. Fakat anlattıkları hava civadır. İyi bir futbol eleştirmeni olmak için iyi bir futbolcu olmaya gerek olmayabilir, fakat ölüm bu konulardan birisi değildir.
Öyleyse neden sonu olanı amaç edinip, sevmediğimiz hayatlarımıza razı geliyoruz? Aile sahibi olup kendince haklı sebepleri dolayısıyla birtakım şeylere boyun eğmek zorunda olanları bu konunun dışında tutacağım şu an -ki bence o da haklı bir sebep değildir-. Esas sorguladığım, orta sınıfın bu anlamsız tavrıdır. Sikindirik komünist jargondan hazzetmesem de adına burjuva dediğimiz kesimin bu saçma tavrıdır beni deli eden.
Bu insanların sevmedikleri ve istemedikleri işlere, kişilere boyun eğmelerinin tek bir sebebi olmayabilir, fakat en büyük etkisi hiç tartışmasız "konfor"dur. Senin, benim, günümüz orta sınıfının bu rezil ve içler acısı baş eğmişliği bu yüzdendir. Bu psikoloji şarkılara bile konu olur "mutsuzum ama keyfim yerinde" diye. Fakat hepimizin bir ideal imgesi vardır, yani "hayalimdeki ben"i. O ideal imgemiz ile gerçekteki kendimiz arasındaki uçurum için de yardımımıza sevdiğimiz dizi ve film karakterleri koşar. Hayatlarımızın, aldığımız kararların, seçimlerimizin hiçbir şekilde aynı olmadığı ama ideal imgemizle uyuşan o cesur ve insanları sikine takmayan cool karakterlerin hayranı olarak mastürbasyon yaparız.
İnsan ilişkileri olmadan hiçbir sik beceremeyen ve ufacık bir iş için bile torpil arayan Gökhan'ın imdadına, her işini kendisi halleden dahi film karakterleri koşar. Onun hayranı olur, çünkü ideal imgesi onunla kusursuz bir eşleşmedir, eloğlunun deyimiyle "perfect match". Fakat o film karakteri eğer gerçekte var olsaydı, bu sefer Gökhan onu dışlamak için elinden gelen her şeyi yapardı. Zira ona sinir olurdu. Kendisinin hayata geçiremediği ideal imgesini bir başkası başarmaya çalıştığı için, tüm nefretiyle onu aşağı çekmeye çalışırdı. Neyse, insanoğlunun bu kibir ve haset dolu doğası da başka bir hikaye.
İnsanlığı, ilkeyi, davayı satıp konforu satın almak, bir insanın yapabileceği en kötü alışveriştir. Bangladeş'te üretilip üzerine Ray Ban arması basılınca maliyetinin 30 katına aldığı gözlükten bile daha çok kazık yer bu alışverişte. Zira öz saygısını satar. Öz saygısını kaybeden ve memnuniyetle satan bir insan, artık sadece biyolojik olarak bir insandır, mental ve karakteristik yapısı itibariyle değil.
Ölümün bir korku değil de, cesaret sebebi olduğunu anlamış insan, görünmez kelepçelerinden kurtulmuş bir insandır. Görünmez kelepçeler nedir? Hani köle Django'yu kırbaçlıyorlardı ya, sen de onun yerine elli türlü hakarete ve aşağılanmaya maruz kalıp sesini çıkarmıyorsun. Hani köle Django kendisine özgürlüğünü veren adama "ne yani, kıyafetimi kendim mi seçeceğim?" deyip şaşırıyordu ya, senin de ne giyeceğin başkaları tarafından belirleniyor ya da sen sırf birilerine uyum sağlamak uğruna istemediğin kıyafetleri giymek zorunda kalıyor, bunun da kendi özgür kararın olduğunu zannediyorsun. Hani köle Django sahibi tarafından "sen zeki bir zencisin ama benim zeki zenciye ihtiyacım yok" diye pazarda satılığa çıkarılıyordu ya, sen de toplumdan dışlanma korkusuyla sivrilmiyor, fark ettiğin doğruları içine atıyorsun. Bunlar işte saymakla bitmeyecek görünmez kelepçelerinden bazıları.
Oysa sonunda ölümün olduğu bir hayatta, konfor ve prestij uğruna yaşamak kadar saçma bir şey yoktur. Allah'ın Kuran'da kötüler için kullandığı bir tabir var:
"Onların içlerinde size karşı duydukları korku, Allah'a olan korkularından daha şiddetlidir. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur." (Haşr 13)
Eğer insanları dinleseydim, onlardan çekinseydim, çenemi tutabilseydim, nabza göre şerbet dağıtsaydım, şu an çok rahat ve konforlu bir hayatım olabilirdi. Fakat mutsuz ve haysiyetsiz bir hayat. Geleceğim adına konuşmaktan her zaman çekinirim, fakat ben almayayım.
Dinden ve özellikle Kuran'dan bu kadar korkmayın. Kuran'a -özellikle de Müslümanların- alerjisi olmasın. İnançsızsanız da farz edin ki zeki bir düşünürün sözlerini okuyorsunuz, ne bileyim farz edin Tolstoy'dan veya size bir şeyler katabilecek bir kaynaktan bir şeyler okuyorsunuz. İşte o kaynağın, Firavun'a razı gelen o koca toplum için kullandığı şu tabiri de bir okuyun:
"İşte Firavun toplumunu böyle küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan sapmış bir toplum idiler." (Zühruf 54)
Ölümün olduğu bir hayatta, tek korkulmaması gereken şey ölümdür. Zira kaçınılmazdır.
İnsanların beğenilerinden tutun da ahlak yargılarına veya size olan sadakatlerine, sevgilerine kadar her şeylerinin değişken olduğu bir hayatta, en son amaç edinilmesi gereken şey bu dünyaya ait olanlardır. Başta da insanlar.
Yemişim konforunuzu. Ben kitaplarımla mutluyum. Zira biliyorum ki sonu olmayanı amaç edinmem yolunda bana bir Pierre Cardin gömlekten daha faydalılar. Her ne kadar insanlar tarafından adam yerine koyulmak için o gömleği giymek zorunda olsan da, tıpkı o gömlek gibi o insanlar da bir gün çöpü boylayacak.
Hayatının merkezine sonu olmayanı, yani Allah'ı koyabilen ya da bunun için çabalayan ve en akıllı ticareti yapan herkese selam.
Sikindirik kapitalizm ve toplum eleştirisi yapmayacağım, ya da belki yaparım, bilmiyorum. Bir gerçek sırf klişe halini aldı diye gerçekliği zedelenecek değildir.
Sevmediğimiz işlerde çalışıyoruz, sevmediğimiz okullara gidiyoruz, sevmediğimiz insanlarla muhatap olmak zorunda kalıyoruz, hayatımızın uzun bir dönemini gereksiz işlerde ve başkalarını daha zengin etmek için harcıyoruz. Lakin, eğer uykuda veya çok ani bir kazada "şıp" diye ölmezseniz, can çekişme esnasında bilinciniz açıksa; siz de, daha zengin olmak için size insan muamelesi yapmayan patronunuz da, ölmeden evvelki o bilmemkaç nanosaniyede içten içe "hassiktir" diyorsunuz. "Hassiktir, bunun için miydi her şey?"
İnsanoğlu ölümün ne demek olduğunu ve ne anlama gelmesi gerektiğini tam anlamıyla idrak edebilmiş değil. Ölüm denilen olayı çok yakından tecrübe etmeyen veya ettiyse bile kendince saçma bir savunma mekanizması geliştirmiş birtakım bilirkişiler tarafından sürekli "ölüm korkusu" denilen kavram üzerinden sikimsonik psikolojik masallar dinliyorsunuz. Ölüm korkusunun insanı daha korkak olmaya ittiği yönünde aptal hikayeler dinliyorsunuz ve sahiden de bu öykülerin etkisiyle ölümden korkan aptal insanları seyrediyor, gittikçe de onların etkisinde kalıyorsunuz. Oysa ben ölüm korkusunu hep Allah korkusuna benzetirim. İnsanı cesur olmaya itecek yegane iki korkudan biridir, ölüm ve Allah korkusu. Zira bunlar, size bu dünyada kaybedecek hiçbir şeyinizin olmadığını tembihleyen, hatta ispat eden korkulardır. Trilyonlarca kilogram altının, varil varil petrol rezervin olsa da ölüyorsun. 0-0 berabere giden Dünya Kupası final maçında 90+3'te gol atıp on binlerce kişi tarafından ayakta alkışlanan milli futbolcu olsan da ölüyorsun. Müthiş saygın bir iş adamı olsan da ölüyorsun.
Son verdiğim para ve prestij odaklı örnekleri, aşağılama maksadıyla kullanmadım. Tam tersine hayattaki güzel süsler bunlar. Fakat sadece süs. 23 Nisan'da bir ilkokul sınıfını daha güzel hale getiren, fakat ertesi gün çöpü boylayan kartondan konfeti ve kurdele yığını gibi sadece süs. Amaç edinilemeyecek kadar geçici.
Bunların geçici olduğunu idrak edemeyen insan, doğal olarak bunları kaybetmemek için tüm hayatını bunlar uğruna feda ediyor. Fakat 24 Nisan'da çöpe atılan konfeti gibi, ölümünden sonraki gün çürümek üzere bir çukura atılıyor.
Yaklaşık son 200-300 yıldır, önce Avrupa'daki Aydınlanma Çağı, sonra İngiltere'den başlayıp yine tüm Avrupa'yı etkisine alan Sanayi Devrimi, güzel sonuçlarının yanında insanların zihinlerinde etkisi bugüne dek süren ve sürmekte olan büyük de bir hastalığa yol açtı: Sonu olanı amaç edinmek.
Sonu olanın amaç edinilmesinin neden saçma olduğunu yalnızca çok az insan anlayabilir, daha doğrusu kabul edebilir. Karşılaştıkları travmalar sonucunda sağlıksız savunma mekanizmaları geliştirenler hariç, ölümü yakından tecrübe edenler bunun önemini idrak edebilme konusunda bir adım daha öndelerdir.
3. Dünya Savaşı çıksa ve sonucunda 1 milyar insan ölse, bu sizi asla hayatta en sevdiğiniz insanı kaybetmek kadar etkileyemez. 1 milyar insanın ölümü, size ölümün ne olduğunu kavrama konusunda hayatta en sevdiğiniz bir tane insanın ölümü kadar başarılı olamaz. Çok duygusuzca gelmiş olabilir fakat biz buyuz, insan bu. Bizim gibi terörle iç içe yaşayan bir ülkede çok denk gelmişizdir X diye bir ünlünün ölümüyle, onlarca şehit haberinin aynı günlere denk gelişine. "Yaa bu kadar askerimiz öldü, siz hala X'in ölümünü konuşuyorsunuz" diyenler de olur. Aslında haklılar, hiç insani ve etik gelmiyor insanların bu tavrı. Fakat biz buyuz, sırf gözümüzün önünde bulunduğu için, hele bir de 2-3 şarkısını veya filmini çok seviyorsak, o ünlünün ölümü daha fazla etkiler bizi hiç tanımadığımız 15 askerin ölümünden. Biri overdose uyuşturucu kullanımından, biri çok şerefli bir dava uğruna ölmüştür belki de, fakat sonuç değişmez.
Birdman filmindeki "sanatçı olamayan eleştirmen olur" lafındaki gibi, acıyı ve ölümü idrak edememiş insanlar, bunların üzerinden sadece ahkam keser. Fakat anlattıkları hava civadır. İyi bir futbol eleştirmeni olmak için iyi bir futbolcu olmaya gerek olmayabilir, fakat ölüm bu konulardan birisi değildir.
Öyleyse neden sonu olanı amaç edinip, sevmediğimiz hayatlarımıza razı geliyoruz? Aile sahibi olup kendince haklı sebepleri dolayısıyla birtakım şeylere boyun eğmek zorunda olanları bu konunun dışında tutacağım şu an -ki bence o da haklı bir sebep değildir-. Esas sorguladığım, orta sınıfın bu anlamsız tavrıdır. Sikindirik komünist jargondan hazzetmesem de adına burjuva dediğimiz kesimin bu saçma tavrıdır beni deli eden.
Bu insanların sevmedikleri ve istemedikleri işlere, kişilere boyun eğmelerinin tek bir sebebi olmayabilir, fakat en büyük etkisi hiç tartışmasız "konfor"dur. Senin, benim, günümüz orta sınıfının bu rezil ve içler acısı baş eğmişliği bu yüzdendir. Bu psikoloji şarkılara bile konu olur "mutsuzum ama keyfim yerinde" diye. Fakat hepimizin bir ideal imgesi vardır, yani "hayalimdeki ben"i. O ideal imgemiz ile gerçekteki kendimiz arasındaki uçurum için de yardımımıza sevdiğimiz dizi ve film karakterleri koşar. Hayatlarımızın, aldığımız kararların, seçimlerimizin hiçbir şekilde aynı olmadığı ama ideal imgemizle uyuşan o cesur ve insanları sikine takmayan cool karakterlerin hayranı olarak mastürbasyon yaparız.
İnsan ilişkileri olmadan hiçbir sik beceremeyen ve ufacık bir iş için bile torpil arayan Gökhan'ın imdadına, her işini kendisi halleden dahi film karakterleri koşar. Onun hayranı olur, çünkü ideal imgesi onunla kusursuz bir eşleşmedir, eloğlunun deyimiyle "perfect match". Fakat o film karakteri eğer gerçekte var olsaydı, bu sefer Gökhan onu dışlamak için elinden gelen her şeyi yapardı. Zira ona sinir olurdu. Kendisinin hayata geçiremediği ideal imgesini bir başkası başarmaya çalıştığı için, tüm nefretiyle onu aşağı çekmeye çalışırdı. Neyse, insanoğlunun bu kibir ve haset dolu doğası da başka bir hikaye.
İnsanlığı, ilkeyi, davayı satıp konforu satın almak, bir insanın yapabileceği en kötü alışveriştir. Bangladeş'te üretilip üzerine Ray Ban arması basılınca maliyetinin 30 katına aldığı gözlükten bile daha çok kazık yer bu alışverişte. Zira öz saygısını satar. Öz saygısını kaybeden ve memnuniyetle satan bir insan, artık sadece biyolojik olarak bir insandır, mental ve karakteristik yapısı itibariyle değil.
Ölümün bir korku değil de, cesaret sebebi olduğunu anlamış insan, görünmez kelepçelerinden kurtulmuş bir insandır. Görünmez kelepçeler nedir? Hani köle Django'yu kırbaçlıyorlardı ya, sen de onun yerine elli türlü hakarete ve aşağılanmaya maruz kalıp sesini çıkarmıyorsun. Hani köle Django kendisine özgürlüğünü veren adama "ne yani, kıyafetimi kendim mi seçeceğim?" deyip şaşırıyordu ya, senin de ne giyeceğin başkaları tarafından belirleniyor ya da sen sırf birilerine uyum sağlamak uğruna istemediğin kıyafetleri giymek zorunda kalıyor, bunun da kendi özgür kararın olduğunu zannediyorsun. Hani köle Django sahibi tarafından "sen zeki bir zencisin ama benim zeki zenciye ihtiyacım yok" diye pazarda satılığa çıkarılıyordu ya, sen de toplumdan dışlanma korkusuyla sivrilmiyor, fark ettiğin doğruları içine atıyorsun. Bunlar işte saymakla bitmeyecek görünmez kelepçelerinden bazıları.
Oysa sonunda ölümün olduğu bir hayatta, konfor ve prestij uğruna yaşamak kadar saçma bir şey yoktur. Allah'ın Kuran'da kötüler için kullandığı bir tabir var:
"Onların içlerinde size karşı duydukları korku, Allah'a olan korkularından daha şiddetlidir. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur." (Haşr 13)
Eğer insanları dinleseydim, onlardan çekinseydim, çenemi tutabilseydim, nabza göre şerbet dağıtsaydım, şu an çok rahat ve konforlu bir hayatım olabilirdi. Fakat mutsuz ve haysiyetsiz bir hayat. Geleceğim adına konuşmaktan her zaman çekinirim, fakat ben almayayım.
Dinden ve özellikle Kuran'dan bu kadar korkmayın. Kuran'a -özellikle de Müslümanların- alerjisi olmasın. İnançsızsanız da farz edin ki zeki bir düşünürün sözlerini okuyorsunuz, ne bileyim farz edin Tolstoy'dan veya size bir şeyler katabilecek bir kaynaktan bir şeyler okuyorsunuz. İşte o kaynağın, Firavun'a razı gelen o koca toplum için kullandığı şu tabiri de bir okuyun:
"İşte Firavun toplumunu böyle küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan sapmış bir toplum idiler." (Zühruf 54)
Ölümün olduğu bir hayatta, tek korkulmaması gereken şey ölümdür. Zira kaçınılmazdır.
İnsanların beğenilerinden tutun da ahlak yargılarına veya size olan sadakatlerine, sevgilerine kadar her şeylerinin değişken olduğu bir hayatta, en son amaç edinilmesi gereken şey bu dünyaya ait olanlardır. Başta da insanlar.
Yemişim konforunuzu. Ben kitaplarımla mutluyum. Zira biliyorum ki sonu olmayanı amaç edinmem yolunda bana bir Pierre Cardin gömlekten daha faydalılar. Her ne kadar insanlar tarafından adam yerine koyulmak için o gömleği giymek zorunda olsan da, tıpkı o gömlek gibi o insanlar da bir gün çöpü boylayacak.
Hayatının merkezine sonu olmayanı, yani Allah'ı koyabilen ya da bunun için çabalayan ve en akıllı ticareti yapan herkese selam.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)