Okunması şart makaleler:

Tasavvuf ve Tarikatlardan Yeni Dünya Dinine: Bölüm 1 ve Bölüm 2
Komünizm, Kızıl Devrim, Sovyetler Birliği ve Şirketler
İnsan, Din ve Kuran
Bu da amme hizmeti: Okunması Gereken Kitaplar Listesi

Bir Başka Din: Tasavvuf kitabı çıktı; internet'ten sipariş etmek için kitapyurdu link'i.

YENİ: Youtube'daki hodor hodor konuşmalarım için buradan alalım.

26 Aralık 2016 Pazartesi

Yaşasın Gündem

Konuşacam kaynatasız, birçok şey hakkında konuşacam. Yetti.

Gündemi severiz, çünkü bize kim olduğumuzu ve neler yapıp, neler yapmadığımızı unutturur.

Bu aralar ne zaman herhangi bir konu hakkında bir şeyler karalasam, "Ulan ülkede şunlar şunlar oluyor, senin derdin bu mu? Şimdi sırası mı?" diye tepkiler geliyor. Hatta ben bu yazıyı yazarken de bir bomba patlayabilir, o yüzden burada anlatacaklarım da büyük çoğunluğunuza tıraş gelecek. İyi de bu olanların, daha doğrusu olacakların sebebini yıllardır anlatan insanlar vardı, Birçok cenahtan, birçok görüşten insanlar uyardı sizi. Zamanında her uyarana bir kulp taktınız. Bu insanların uyarma şekilleri farklıydı, görüşleri de farklıydı, bu yüzden sırf sizin o kulaktan dolma inançlarınıza ve alışkanlıklarınızdan oluşan hayat görüşünüze dört dörtlük uymuyorlar diye, her uyaranı itin götüne soktunuz. "Acaba doğruluk payı var mıdır?" diye bir dinlemek yerine, komple üstünü çizdiniz, kulaklarınızı tıkadınız. "Tehlikenin farkında mısınız?" diye uyaranlara "amaaan ulusalcı zırvaları" dediniz. Erbakan yıllarını verdi uyarmak için, hatta sahaya inip mücadele etti, "Bırak şu dinciyi, hem kayıp trilyonları felan var hehe" diye itibarsızlaştırdınız. Onun gibisi belki de on milyonda bir dünyaya gelebilecek olan Oktay Sinanoğlu gibi bir dahinin adını bile Türk Einstein'dan "Deli Profesör"e çıkardınız. Banu Avar emeklilik yıllarının tadını çıkarmak yerine hala şehir şehir dolaşıyor, kitaplar yazıyor, insanlar bir şeylere uyansın diye; ona da kemalist teyze diyorsunuz, komplo teorisyeni diyorsunuz. 5-6 yıldır şu blog üzerinden bir şeyler anlatmaya çalışan kendi halinde bir herif olan bana bile türlü kulplar taktınız. Oysa kimse ne %100 isabetle doğru olanı söylemeyi başarabilir, ne de romantik aşk dizilerindeki gibi sizinle bir ruh eşi olabilir. Siz bu küçük komplekslerinizle "bilmediğinizin ardına düşerken" ve "birbirinizi çekiştirirken" atı alan Üsküdar'ı geçti. Şimdi oradaki o bombayı kim patlattı, oradaki askerlerimizi niye öldürdüler diye 10 gün sonra unutacağınız olayları en büyük gündeminiz yapıyorsunuz. İyi, açın televizyonu, sikindirik tartışma programlarında bir sürü kravatlı denyo var. Konjonktür, DEAŞ, TAK diye sikim sikim konuşarak verirler o cevabını çok aradığınız sikindirik soruların.

Şu an Internet'te, ekseriyetle de popüler olan Twitter, Ekşi Sözlük ve Onedio gibi genellikle kapsamlı ve uzun okuma yerine, okuma alışkanlığı olmayan hedef kitle için gayet uygun tek kullanımlık diş macunu kıvamında "bilgi" sunan sitelerde ve aynı şekilde bunların yabancı muadillerinde de her şeyin suçlusu İslam'dır. Ben de "gerçek İslam bu deeğiiaaal" diye zırvalayan bir denyoyumdur. İyi, bir gel benimle. Bakarsın, belki doğruluk payım vardır, "Maksat hayatta enerjimi harcayacak bir meşgalem olsun" diye tutunduğunuz içi boş ideolojilerinize ters konuşacak olsam da, belki benim de üstünü çizip attığınız insanlar gibi haklılık payım olabilir.



Daha kaliteli bir görsel bulamadım kusura bakma, domino taşları bunlar. En solda dimdik ayakta duran taş, bizim o çok güzel düzenimizdir. Onun hemen sağında da üstüne çullanan, birazdan onu yıkacak olan pis, kötü taş vardır. Yani din, İslam.

Yıllardır piyasada fink atan bir fotoğraf vardır Afganistan'la ilgili, birçok farklı versiyonunu görmüşsünüzdür. İki tanesini göstereyim size, ikisinin de mesajı aynı.





Üst karede eski çağdaş Afganistan vardır, alt karede günümüzün İslami (!) Afganistan'ı.

İyi de Afganistan üstteki karelerde de Müslüman'dı. Günümüzdeki Afganistan, Taliban'ın Afganistan'ıdır. İşin orası önemli değil, körler için en büyük suçlu son domino taşını deviren sondan bir önceki taş olmak zorundadır, yani İslam. İslam ise Taliban olmak zorundadır, çünkü birilerinin işine, birilerinin de keyfine öylesi uygun düşüyor.

1979 senesinin sonları... Batı sermayesi tarafından sanayileştirilen ve tüm yatırımını askeri sanayi üzerine yapan Sovyetler, bu kez Afganistan'a dadanır. Kızılları karşısına alan Afganistan da doğal olarak destek almak için ABD'nin kucağına düşer. Tarihin görsel bir kanıtı olan şu kısacık video birçok şeyin sembolik de olsa ispatıdır:



Bu video'da 1979 yılında Brzezinski, Afganistan'da, Afgan mücahitlere nutuk atar. Brzezinski kimdir? Yıllardır küresel çetenin en büyük akıl hocalarından ve stratejistlerinden biridir. Amerika Birleşik Devletleri'nin akıl hocasıdır demiyorum bakın; şirketlerin, bankaların, para sahiplerinin oluşturduğu ve devletleri yöneten küresel çetenin akıl hocasıdır diyorum. Ahmet Çakar gibi konuştum amına koyim, neyse. Her ne kadar Aristo, siyasetin ekonomiyi yönettiğini söylese de, Aristo'nun üzerinden asırlar geçti, uzun süredir ekonomi siyaseti yönetir.

Bu video'da Brzezinski, batı tarafından silahlandırılan ve eğitilen Afgan mücahitlere şöyle der: "Oradaki topraklar sizin. Bir gün oradaki evlerinizi ve camilerinizi geri alacaksınız. Çünkü Tanrı sizin yanınızda. Sizin davanız haklı davadır."

Hey yavrum benim, sanırsın şu sözleri söyleyen şerefsiz Brzezinski değil de, Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç.

1979, "İslami terör"ün tohumlarının serpildiği yıldır. İslami terör demeye ne aklım, ne gönlüm el veriyor, o sebeple tırnak içinde İslami terör diyorum. Hay amına koyim yine Ahmet Çakar gibi konuştum, tırnak içinde diyormuşum, noluyoz lan? Neyse dur.

Savaş, sermaye sahipleri için her zaman en kârlı yoldur. İki tarafa da silah satarsın, iki tarafa da borç verirsin, büyük devletleri çatıştırdığın küçük devletlerin sahasını kendin ele geçirirsin, yeniden yapılandırırsın.

Sovyet-Afganistan savaşında, Amerikan destekli Afgan mücahitler Sovyetlere galip gelir, ardından iç savaş başlar, kaos başlar, tanıdık geliyor di mi? Tıpkı bugünkü Ortadoğu gibi. Birileri "özgürlük, demokrasi, yardım" sloganlarıyla girer bölgeye, altını üstüne getirir, sonra iç savaşla o ülkenin insanları birbirlerini yer. Neyse, derken o Afganistan'ın başına 1994 yılında Taliban gelir. 2001'de İkiz Kuleler indirildikten sonra, kamuoyunda ehliyet kazanırsın ve olayla hiçbir alakası bulunmasa da Afganistan'a girersin. Afganistan'ı dünyanın en büyük uyuşturucu pazarı haline getirirsin. Oranın fakirliğine fakirlik, istikrarsızlığına istikrarsızlık katarsın. Bu senaryo da tanıdık geldi di mi? Haritada biraz aşağılarımıza, Kuzey Afrika'ya falan bakın, görürsünüz aynısını. Taliban yine varlığını sürdürür, bırak sürünsün küçük insanlar. Birileri güçsüz olsun ki, sen en güçlü olasın. Köleler olmadan efendiler var olamaz.

Sen benim bu anlattıklarımı boş ver ama. En büyük suçlu tabi ki de İslam'dır.

Kulaktan dolma Feysbuk ve Onedio bilgisiyle bu kadar analiz yaparsın, zira yukarıda yazılan tarih can sıkıcıdır, işine gelmez okumak. Hatta okusan da işine gelmeyebilir, zira kinin vardır birilerine, sömürücü din adamlarına, cahil dindarlara ve belki de -genellikle- içten içe Allah'a... Yine kabahati İslam'da bulursun, Allah'ta bulursun.

8-13. yüzyıllar arasında bilimde altın çağını yaşayan İslam'ın neden bu hale düştüğünü, akılcı mutezile akımını kafir ilan eden tasavvuf dinine borçlu olduğumuzu şu yazımda, komünizmin ve SSCB'nin etinden sütünden yararlanan küresel sermayenin, SSCB'yi batı bloğu karşısında nasıl bir düşman olarak palazlandırdığını ve SSCB ömrünü tüketmek üzereyken soğuk savaşın sonlarında bu selefileri palazlandırdığını şu yazımda, elimden geldiğince kanıtlarıyla detaylı bir şekilde açıkladım. Okumak serbest, ister "hadi lan" dersin, ister doğru bulduğunu kaparsın. Aslında bu blog'da anlattığım her şey puzzle'ın bir parçasıydı ama ille de en önemli konu iki gün sonra yanıbaşımızda patlayacak bombayı hangi taşeron örgütün patlattığı olacak di mi? Gündem o çünkü. Biz sondan bir önceki domino taşını öğrenelim de, gerisi işe yaramaz bilgi sonuçta.



Bu haritayı CFR'nin sayfasından aldım. Hani ABD'nin resmi bir kurumu olan ve ne hikmetse kurucularından üyelerine kadar alayı iş adamı ve para babası olan Dış İlişkiler Konseyi. Harita, dünyada bugünkü çatışma noktalarını gösterir. Küçük ölçekli bir haritada baktığınızda, Ortadoğu'daki karmaşa noktaları üst üste biniyor, yerlerini bile tam olarak kestiremiyorsun. Elbette 15 sene önce de Ortadoğu gül bahçesi değildi, ama bu kadar da sefil bir halde değildi. BOP, BOP diye bağıranlara kulak asmadınız, komplo teorisi deyip geçtiniz, oysa bu bir teori değil komploydu. Şu anki müstakbel başkan adayımız da defalarca Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanlarından birisi olduğunu defalarca gururla söylemişti hatırlarsanız ama mesele değil, kandırıldık der ya da onu bile demesine gerek yok, yayaye koko cambo yayaye der, yine her şey olduğu gibi devam eder.

Peki, hırsız elbette suçludur, ama ben o atasözünü tersten sorayım: Kapısını ardına kadar açık bırakanın hiç mi suçu yok? Çok var, belki de hırsız kadar...

Eğer biz Müslüman olabilseydik, bunlar başımıza gelecek miydi? Büyük Ortadoğu Projesi denen şeyi adamlar bu derece başarıyla hayata geçirebilecekler miydi? Kapıyı ardına kadar biz açık bıraktık ve cezamızı çekiyoruz.

Akp hakkındaki görüşlerimi biliyorsunuz, lakin bu işin Akp ile de öyle çok bir alakası yok. Başımızda XYZ partisi olsaydı yine aşağı yukarı aynı şeyler olacaktı, zira yüzyıllardır asalak hale getirildik. Üniversite okuma imkanı bulanlar ve sosyoekonomik seviyesi nispeten yüksek olanlar da, sırf bununla övünerek karşı tarafı aşağılamaktan başka bir sike derman olmayarak cehaletin övülmesine yol açanın ta kendileri oldular. Hiçbir sonuç nedensiz, hiçbir tepki etkisiz olmaz. Türkiye'de eğitime ve eğitimliye duyulan nefretin sebebi tam olarak budur. ABD'de Trump'ın seçilmesinin de en büyük sebebi, sosyoekonomik seviyesi yüksek olduğu için kendini übermensch zanneden gerizekalı kibirli kitledir. Eğitimli olup da Hillary Clinton gibi bir kaltağa oy vermeyi marifet zannedenler, kendileri gibi düşünmeyen herkesi altı dolu olmayan boş bir gururla hor gören denyolardır. O kadar eğitimli olup Hillary'e oy veren adamın suratına sıçayım ben. Beyni New York Times ile dolu sığır sürüsü.

Şöyle bir örnek vereyim hayattan. Ders aldığım etik profesörümün ilgilendiği alanlardan birisi kürtaj. Kadın sırf bu konu hakkında çalışmalarını güçlendirmek için ABD'ye gidiyor. ABD'de demokratlar, yani liberaller ağızlarından düşürmezler özgürlük ve demokrasi lafını. Hocam, Demokrat taraftan kiminle görüşme talep ettiyse sürekli erteleniyor, daha doğrusu kale dahi alınmıyor. Sen kalk binlerce kilometre öteden gel, iki tane sikik kravatlı çok kıymetli şahsiyet 10 dakikasını dahi sana ayırmasın. Ama lafta halkın yanındadırlar. Gel gelelim Trump'çı kesim, yani o faşik Cumhuriyetçiler bizim hocayı ağırlıyorlar, geniş kapsamlı bir sunum gösteriyorlar, hatta hocamın ses kaydı almasına da müsade vererek uzun uzadıya tartışıp çatır çatır argümanlarını savunuyorlar.

Yani özgürlükçü ve demokrat olduğunu iddia eden kesim, nasıl insanlara üst tepeden baktıklarının ve sadece "kahrolsunlar" diye slogan atarken ağızlarına doladıkları o "faşist" kimliğine bizzat büründüklerinin farkında bile değiller.

Aynı şekilde bizim özenti elitist, neden Akp'nin bu kadar güçlü olduğu hakkında sikimsonik tespitler yapmaya çalışırken, kendi yarattıkları facianın farkında dahi değil.

Aristokrasinin olmadığı yerde hiçbir şey olmaz. Ne sanat, ne bilim, ne üretim... Fakat aristokrasi aileden başlayan bir görgü eğitimi ve bilinç aşılanmasıyla olur. Bizden önceki jenerasyon varoştu, şu anki jenerasyon ise aristokrat değil, özenti elitisttir. Tıpkı vakti zamanında Avrupa'ya seyahate gidip bavul dolusu kot pantolon alan SSCB vatandaşları gibi... Zira onu elit ve matah bir şey zannediyorlardı kapalı geleneklerinden, varoşluklarından dolayı. Bizdeki özenti elitist, içi boş bir gururla, talih eseri sahip olduklarıyla övünür, diğerlerini aşağılar. Tıpkı burcuyla veya tuttuğu takımla övünen denyolar gibi. Fakat diyeceğim bir şey var ki, dışarıdan bakınca birbirinizden çok da farkınız yok. Hatta imkan sahibi olup da o imkanı kullanmayan daha da suçludur benim gözümde.

Müslümanlara gelince. Bilmiyorum kaçta kaçımız Müslümanız. Müslüman olmak bir iddiadır. Amelsiz ve akılsız Müslümanlık, sınav kağıdına adını soyadını yazdıktan sonra boş kağıt verip sınavdan çıkmaya benzer.

Demokrasi kesinlikle ideal yönetim biçimi değildir, fakat elimizdekilerin en iyisidir, sırf o yüzden demokrasiden yanayım. Platon vakti zamanında demokrasiyi sertçe eleştirirken eğitimsiz ve bilgisiz yığınların kolay manipüle edilebileceğini, bu sayede de demagogların başa geçeceğini söylüyordu. Platon'un eğitimden kastı ise günümüzde algıladığınız anlamda bir eğitim değil, ideal eğitim. Bilgiden kastı ise sizi sadece daha iyi bir Kim Milyoner Olmak İster yarışmacısı yapmaya yetecek genel kültür bilgisi değil, hikmettir. Bu anlamda ideal eğitime ve hikmete sahip insanlardan yoksun olduğumuz için, demokrasi ancak kağıt üzerindeki bir tanımdan öteye geçemez. Yalnız bu çarpık demokrasinin tek bir yanını seviyorum, Trump-Hillary örneğindeki gibi, sosyoekonomik seviyesi yüzünden başkalarını hor gören içi boş kitleye ağzının payını verme imkanı sağlıyor. Mesela bir şirket kuracak olsam yönetim kuruluna herkesi seçmem, kalifiye insan seçerim. Aynı şekilde neden ülke yönetiminde profesörle çoban aynı söz hakkına sahip olsun ki diye düşünüyor olabilirsiniz. İşte bu yüzden: Eğitimlimiz, ideal eğitimden ve hikmetten yoksun olduğu için.

Siz kendinizi bir tarafta görüp, diğer taraftakileri topyekün suçlu ilan ededurun. Ben göstereyim size suçluyu.



Suçlu tüm o domino taşlarını dizen ve sonra planına uygun olarak ilk taşa dokunan parmaktır, yani hırsız. Ve yine suçlu, hıyar gibi oraya dizilmeye razı gelen domino taşlarıdır, yani kapısını ardına kadar açık bırakan salak ev sahibi. O domino taşları senle benim. Kendi hayatına bakmadan, sürekli başkalarına bok atan senle ben. Diğer suçlu ise, Matrix filmindeki gibi şak diye beynine tüm bilgilerin kolayca yüklenebileceğini zanneden ve bu sebeple sondan bir önceki domino taşına odaklanan hazırcı, tembel ve gündem delisi nafile kitledir.

Ek olarak; bizi oraya hıyar gibi yerleştirip en sonunda da o dokunuşu yapan parmak var ya, hani küresel çete dediğimiz. He işte, aramızdakilerin büyük çoğunluğu da o parmağı kıskananlar, o parmağın yerinde olmak isteyenler veya hadi o da olmadı, en azından o parmaktan bir nasipleneyim diye ona yanaşanlardır.

Sen kendini küçümseyip, hiçbir şeyin elinde olmadığının ve sürekli hakkının yenildiğini zannet. Sürekli suçlunun başkaları olduğunu zannet. Ulan hepinizin hakkını başkası yiyorsa, kim bu başkaları?

Suçlu, kendi öz benliğine bakmadan kükreyen herkestir. Ben de dahil, sen de dahil.

"Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz?" (Bakara 44'ten)

Hadi eyvallah.

30 Eylül 2016 Cuma

Kitap'taki İslam ve Yaşanan İslam - Volume I

Selam kaynatasına Ryu'nun dönen tekmesini attıklarım.

Maalesef eskisi gibi kitap uzunluğunda yazacak fırsatım yok, bu aralar daha çok Facebook sayfamda kısa paylaşımlarda bulunuyorum. Fakat blog'u da boşlamak istemediğimden kısa bölümlerden oluşan bir amme hizmeti serisi yazmayı planlıyorum. Bu yazı serisinde, din zannedilen geleneklerden bazı örnekler vereceğim size ki bu işi yapmak, bir kütüphane dolusu kitap yazmak gerektirir. Zira ortalık İslam zannedilen kulaktan dolma bilgiler, eski alışkanlıklar, töreler, gelenekler ve eklemelerden geçilmiyor. Bu işi elimden geldiğince kısa ve öz yapmaya çalışacağım. Lafı çok uzatmadan başlıyorum.

Gelenek: Ölünün arkasından Yasin okumak.
Gerçek: "Kuran, DİRİ OLANI uyarsın ve gerçeği örten nankörler/inkârcılar aleyhine söz hak olsun diye indirilmiştir." 

Az önce ölülerin arkasından okunan Yasin suresinin 70. ayetini okudunuz.

Gelenek: Ölünün 40. gününde mevlid töreni yapmak.
Gerçek: Şamanizmden kalma bir adet (tıpkı gidenin arkasından su dökmek, nazar boncuğu kullanmak gibi eski bir Türk adeti)




Gelenek: Sünnet olmak.
Gerçek: Bilinen tarihte Antik Mısır'dan Yahudilere aynen geçen ve cinsellikten az zevk alınması için yapılan asketik (çileci) bir uygulamadır. Hatta kimi toplumlarda yapılan kadın sünnetinde de kadının zevk almasını iyice önlemek için özellikle "klitoris" bölgesi alınır. Kuran'da sünnet olmak yoktur, iması bile geçmez. Yani boş yere kestirdik beyler ve sırf bu yüzden cinsel organımız sünnetsiz birininkine göre daha duyarsız hale geldiği için cinsellikten daha az zevk alıyoruz. Sanırsın peygamber, Ebu Bekir, Ömer, yaşını başını almış sahabe o kadar zorluğun içinde işi gücü bırakıp sünnet oluyordu, he tamam. (Gerçi peygamberimize doğuştan sünnetli diyorlar, malum, hadislere göre Ayşe validemiz haşa peygamberimizin yatak odasıyla ilgili tüm detayları millete anlatıyor). İstisnai olarak bazı erkeklerde sağlık açısından sünnet yapılması gerekli olabiliyor olsa da, bu dini bir emir değildir. Tıpkı bademciklerin alınması gibi. Dövme yaptırmaya "Allah'ın yaratışını değiştirmek" diyen Diyanet'in, sünnet gibi geri dönüşü olmayan bir şeyi tasdik etmesi ise hem bir çelişkiler yumağıdır, hem de bir Müslümanın kendisini Allah'tan başka hiçbir kişi ve kuruma teslim etmemesi gerektiğinin kanlı canlı ispatıdır.

Gelenek: Peygamberden şefaat istemek.
Gerçek: Allah'ın, peygamberimize toplumuna söylemesi için vahyettiği sözler: "De ki: 'Doğrusu ben, sizin için ne bir zarar, ne de bir yarar sağlayabilirim.'" (Cin 21)

Gelenek: Evliyalardan şefaat istemek
Gerçek: Bir önceki ayetle bu ayet arasındaki paralelliğe dikkat: "Allah'ın yanında bir de kendilerine zarar veremeyen, yarar sağlayamayan şeylere kulluk ediyorlar ve şöyle diyorlar: 'Bunlar bizim Allah katındaki şefaatçılarımızdır.'" (Yunus 18'den)

Gelenek: Bir insan Allah'tan daha adil ve daha kudretli olabilirmişçesine, bir kişinin bir kişiyi cehennemden kurtarabileceğine, yani ona şefaat edebileceğine inanmak.
Gerçek: "Şefaat, tümden ve sadece Allah'ındır." (Zümer 41'den) 
"Günahları Allah’tan başka kim affeder?" (Ali İmran 135'ten)
Bunun dışında insanların, meleklerin ya da kulların yapabileceği "şefaat", sadece "tanıklık" manasında kullanılır. Tıpkı İsra suresinde sabah namazının tanıklarca (muhtemelen melekler) izlendiğinin belirtilmesi gibi.

Gelenek: Evliyalardan medet ummak, türbelere gidip ölen "mübarek" kişiyi Allah ile araya aracı kılarak duaların gerçekleşeceğini zannetmek (torpili ve dalkavukluğu dine bile sokmuş vaziyetteler).
Gerçek: Kuran bunu yasaklayan ayetlerle doludur, hepsini koymaya kalksam yazı iyice uzayacak. Anlayana sivri sinek saz misali bir delil de yeter:
"Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek velileri yoktur. Allah'ın saptırdığı kimse için artık hiçbir yol yoktur." (Şura 46)

Gelenek: Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.
Gerçek: "Kâfirler hoşlanmasa da siz, dini yalnız O'na özgüleyerek, Allah'a dua edin!" (Mümin 14)

Gelenek: Biz şeyhlere, velilere, evliyalara tapmıyoruz, kulluk etmiyoruz. Onlar bizim için yol gösterici.
Gerçek: O insanlardan medet ummanız, ağızlarından çıkan her sözü kural bellemeniz, kendinizi onlara teslim etmenizin adı "kulluk" ve "tapınmak"tır zaten. Şirk koşmanız için çok tanrılı mitolojik bir dine mensup olmanız şart değildir. Bu ayet size tapınmanın ve kulluğun ne olduğunu iyice açıklayacaktır: "Gözünüzü açıp kendinize gelin! Arı-duru din yalnız ve yalnız Allah'ındır! O'nun yanında birilerini daha veliler edinerek, "Biz onlara, bizi Allah'a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk etmiyoruz." diyenlere gelince, hiç kuşkusuz, Allah onlar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir. Şu bir gerçek ki, Allah, yalancı ve nankör kişiyi iyiye ve güzele kılavuzlamaz." (Zümer 3)

Gelenek: Veli, şeyh, evliya, gavs gibi kişiler ruhani özelliklere sahiptir.
Gerçek: Kuran'da nebilerin sonuncusu olan Muhammed'den sonra kimsenin böyle bir özelliğe sahip olabileceği belirtilmediği gibi Allah; Hristiyan ve Yahudileri bu yüzden eleştirir: "Allah'ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de öyle. Oysa kendilerine, tek olan Allah'tan başkasına ibadet/kulluk etmemeleri emredilmişti. İlah yok o tek Allah'tan başka. Onların ortak koştuklarından arınmıştır O." (Tevbe 31). İstisnalar dışında herhalde hiçbir papaz ya da haham çıkıp da "Ben Allah'ım" demiyordu ve Hristiyanlar, Yahudiler de onlara Tanrı demiyorlardı. Oysa kendilerini o ruhban sınıfına teslim etmeleri; onları rab edinmek, onlara kul olmak ve Allah'a şirk (ortak) koşmaktır. Günümüzde kullandığımız şirket (ortaklık) kelimesi de Arapça'daki "şirk"ten gelir ve Allah'ın ortağı yoktur.

Gelenek: Peygamber de kural koyabilir, haram ve helal belirleyebilir, bak bu ayette öyle diyor: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyenlerle, kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe, 9/29)
Gerçek: Kuran a+b+c şeklinde bütünsel okunan bir kitaptır. Allah dışında hiçbir varlık (peygamber, melek, vs) dine kural koyamaz. "Hüküm yalnız O'nundur." (Enam 62'den). "Sana vahyedilene uy ve Allah hüküm verinceye kadar sabret. O, hâkimlerin en hayırlısıdır." (Yunus 109)
"De ki: 'Ben sadece Rabbimden bana vahyedilene uyuyorum.'" (Araf 203'ten)
Resul, kelime manasıyla birebir olarak "elçi" demektir. Elçi, belirli bir makamın sözlerini ileten, onu temsil eden kimsedir. Nasıl ki bir Osmanlı elçisi, Bizans kralına kendi sözlerini değil de padişahın sözlerini iletiyorsa, Allah'ın elçisi yani resulullah da Allah'ın sözlerini, emir ve yasaklarını ileten kimsedir.

Gelenek: Mezhepler haktır.
Gerçek: "Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara, yapıp ettiklerini haber verecektir." (Enam 159)
"Sizin için, dinden, Nûh'a önerdiğini, sana vahyettiğini, İbrahim'e, Mûsa'ya ve İsa'ya önerdiğimizi şöyle diyerek kanunlaştırdı: "Dini dosdoğru tutun; onda bölünüp fırkalara ayrılmayın!" Onları çağırdığın bu tutum, şirke bulaşanlara çok ağır gelmiştir. Allah, dilediğini kendisi için seçer ve hakka yönelenleri kendisine iletir." (Şura 13)
Bu ayetlerde Allah'ın "sen" diye hitap ettiği kişi son peygamberimiz Muhammed'dir. Mezheplere inanıp Muhammed peygamberimizle hiçbir ilişiği olmayan kimselerden olmak elbette sizin seçiminiz... İslam'da mezheplere bölünmek yoktur, hatta yasaklanmıştır. Mezhepleri yasaklayan diğer ayetler için bkz: Şura 14, Rum 32, Ali İmran 103-105, Tevbe 107.

Gelenek: Mezhepler sadece işleri kolaylaştıran yorumlardır.
Gerçek: Mezhepler namazda parmaklarının arasının kaç karış veya kaç parmak aralık olması gerektiğinden tut da, suyu kaç yudumda içmen gerektiğine kadar Kuran'da yer almayan, tamamen kişiye bırakılmış konuları didik didik deşen ve dini zorlaştıran uygulamalarla doludur. Bunun yanı sıra ve daha da tehlikelisi, mezheplerin birbirinden farklı helal ve haramları vardır. Oysa "bir" olan Allah'ın, helalleri de "bir"dir, haramları da "bir"dir. Aşağıdaki tabloları ister okuyun, ister hızlıca bir göz gezdirin:





Bu tablolar sabaha kadar sürer ve her mezhep de kendisinin doğru yolda olduğuna inanır. Kuran ise adeta bugünleri anlatır: "Onlar ki, dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar haline geldiler. Her hizip kendi elindekiyle sevinip övünür." (Rum 32)
"Hep birlikte Allah’ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın" (Ali İmran 103'ten)

Gelenek: Kainat peygamberimizin yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır.
Gerçek: Yuh.

Devam edecek inşallah.

23 Eylül 2016 Cuma

Kapitalizmin En Saçma Ticareti: Konforu Al, İnsanlığı Sat.

Selam kaynatasızlar.

Sikindirik kapitalizm ve toplum eleştirisi yapmayacağım, ya da belki yaparım, bilmiyorum. Bir gerçek sırf klişe halini aldı diye gerçekliği zedelenecek değildir.


Sevmediğimiz işlerde çalışıyoruz, sevmediğimiz okullara gidiyoruz, sevmediğimiz insanlarla muhatap olmak zorunda kalıyoruz, hayatımızın uzun bir dönemini gereksiz işlerde ve başkalarını daha zengin etmek için harcıyoruz. Lakin, eğer uykuda veya çok ani bir kazada "şıp" diye ölmezseniz, can çekişme esnasında bilinciniz açıksa; siz de, daha zengin olmak için size insan muamelesi yapmayan patronunuz da, ölmeden evvelki o bilmemkaç nanosaniyede içten içe "hassiktir" diyorsunuz. "Hassiktir, bunun için miydi her şey?"


İnsanoğlu ölümün ne demek olduğunu ve ne anlama gelmesi gerektiğini tam anlamıyla idrak edebilmiş değil. Ölüm denilen olayı çok yakından tecrübe etmeyen veya ettiyse bile kendince saçma bir savunma mekanizması geliştirmiş birtakım bilirkişiler tarafından sürekli "ölüm korkusu" denilen kavram üzerinden sikimsonik psikolojik masallar dinliyorsunuz. Ölüm korkusunun insanı daha korkak olmaya ittiği yönünde aptal hikayeler dinliyorsunuz ve sahiden de bu öykülerin etkisiyle ölümden korkan aptal insanları seyrediyor, gittikçe de onların etkisinde kalıyorsunuz. Oysa ben ölüm korkusunu hep Allah korkusuna benzetirim. İnsanı cesur olmaya itecek yegane iki korkudan biridir, ölüm ve Allah korkusu. Zira bunlar, size bu dünyada kaybedecek hiçbir şeyinizin olmadığını tembihleyen, hatta ispat eden korkulardır. Trilyonlarca kilogram altının, varil varil petrol rezervin olsa da ölüyorsun. 0-0 berabere giden Dünya Kupası final maçında 90+3'te gol atıp on binlerce kişi tarafından ayakta alkışlanan milli futbolcu olsan da ölüyorsun. Müthiş saygın bir iş adamı olsan da ölüyorsun.


Son verdiğim para ve prestij odaklı örnekleri, aşağılama maksadıyla kullanmadım. Tam tersine hayattaki güzel süsler bunlar. Fakat sadece süs. 23 Nisan'da bir ilkokul sınıfını daha güzel hale getiren, fakat ertesi gün çöpü boylayan kartondan konfeti ve kurdele yığını gibi sadece süs. Amaç edinilemeyecek kadar geçici.


Bunların geçici olduğunu idrak edemeyen insan, doğal olarak bunları kaybetmemek için tüm hayatını bunlar uğruna feda ediyor. Fakat 24 Nisan'da çöpe atılan konfeti gibi, ölümünden sonraki gün çürümek üzere bir çukura atılıyor.


Yaklaşık son 200-300 yıldır, önce Avrupa'daki Aydınlanma Çağı, sonra İngiltere'den başlayıp yine tüm Avrupa'yı etkisine alan Sanayi Devrimi, güzel sonuçlarının yanında insanların zihinlerinde etkisi bugüne dek süren ve sürmekte olan büyük de bir hastalığa yol açtı: Sonu olanı amaç edinmek.


Sonu olanın amaç edinilmesinin neden saçma olduğunu yalnızca çok az insan anlayabilir, daha doğrusu kabul edebilir. Karşılaştıkları travmalar sonucunda sağlıksız savunma mekanizmaları geliştirenler hariç, ölümü yakından tecrübe edenler bunun önemini idrak edebilme konusunda bir adım daha öndelerdir.


3. Dünya Savaşı çıksa ve sonucunda 1 milyar insan ölse, bu sizi asla hayatta en sevdiğiniz insanı kaybetmek kadar etkileyemez. 1 milyar insanın ölümü, size ölümün ne olduğunu kavrama konusunda hayatta en sevdiğiniz bir tane insanın ölümü kadar başarılı olamaz. Çok duygusuzca gelmiş olabilir fakat biz buyuz, insan bu. Bizim gibi terörle iç içe yaşayan bir ülkede çok denk gelmişizdir X diye bir ünlünün ölümüyle, onlarca şehit haberinin aynı günlere denk gelişine. "Yaa bu kadar askerimiz öldü, siz hala X'in ölümünü konuşuyorsunuz" diyenler de olur. Aslında haklılar, hiç insani ve etik gelmiyor insanların bu tavrı. Fakat biz buyuz, sırf gözümüzün önünde bulunduğu için, hele bir de 2-3 şarkısını veya filmini çok seviyorsak, o ünlünün ölümü daha fazla etkiler bizi hiç tanımadığımız 15 askerin ölümünden. Biri overdose uyuşturucu kullanımından, biri çok şerefli bir dava uğruna ölmüştür belki de, fakat sonuç değişmez.


Birdman filmindeki "sanatçı olamayan eleştirmen olur" lafındaki gibi, acıyı ve ölümü idrak edememiş insanlar, bunların üzerinden sadece ahkam keser. Fakat anlattıkları hava civadır. İyi bir futbol eleştirmeni olmak için iyi bir futbolcu olmaya gerek olmayabilir, fakat ölüm bu konulardan birisi değildir.


Öyleyse neden sonu olanı amaç edinip, sevmediğimiz hayatlarımıza razı geliyoruz? Aile sahibi olup kendince haklı sebepleri dolayısıyla birtakım şeylere boyun eğmek zorunda olanları bu konunun dışında tutacağım şu an -ki bence o da haklı bir sebep değildir-. Esas sorguladığım, orta sınıfın bu anlamsız tavrıdır. Sikindirik komünist jargondan hazzetmesem de adına burjuva dediğimiz kesimin bu saçma tavrıdır beni deli eden.


Bu insanların sevmedikleri ve istemedikleri işlere, kişilere boyun eğmelerinin tek bir sebebi olmayabilir, fakat en büyük etkisi hiç tartışmasız "konfor"dur. Senin, benim, günümüz orta sınıfının bu rezil ve içler acısı baş eğmişliği bu yüzdendir. Bu psikoloji şarkılara bile konu olur "mutsuzum ama keyfim yerinde" diye. Fakat hepimizin bir ideal imgesi vardır, yani "hayalimdeki ben"i. O ideal imgemiz ile gerçekteki kendimiz arasındaki uçurum için de yardımımıza sevdiğimiz dizi ve film karakterleri koşar. Hayatlarımızın, aldığımız kararların, seçimlerimizin hiçbir şekilde aynı olmadığı ama ideal imgemizle uyuşan o cesur ve insanları sikine takmayan cool karakterlerin hayranı olarak mastürbasyon yaparız.


İnsan ilişkileri olmadan hiçbir sik beceremeyen ve ufacık bir iş için bile torpil arayan Gökhan'ın imdadına, her işini kendisi halleden dahi film karakterleri koşar. Onun hayranı olur, çünkü ideal imgesi onunla kusursuz bir eşleşmedir, eloğlunun deyimiyle "perfect match". Fakat o film karakteri eğer gerçekte var olsaydı, bu sefer Gökhan onu dışlamak için elinden gelen her şeyi yapardı. Zira ona sinir olurdu. Kendisinin hayata geçiremediği ideal imgesini bir başkası başarmaya çalıştığı için, tüm nefretiyle onu aşağı çekmeye çalışırdı. Neyse, insanoğlunun bu kibir ve haset dolu doğası da başka bir hikaye.


İnsanlığı, ilkeyi, davayı satıp konforu satın almak, bir insanın yapabileceği en kötü alışveriştir. Bangladeş'te üretilip üzerine Ray Ban arması basılınca maliyetinin 30 katına aldığı gözlükten bile daha çok kazık yer bu alışverişte. Zira öz saygısını satar. Öz saygısını kaybeden ve memnuniyetle satan bir insan, artık sadece biyolojik olarak bir insandır, mental ve karakteristik yapısı itibariyle değil.


Ölümün bir korku değil de, cesaret sebebi olduğunu anlamış insan, görünmez kelepçelerinden kurtulmuş bir insandır. Görünmez kelepçeler nedir? Hani köle Django'yu kırbaçlıyorlardı ya, sen de onun yerine elli türlü hakarete ve aşağılanmaya maruz kalıp sesini çıkarmıyorsun. Hani köle Django kendisine özgürlüğünü veren adama "ne yani, kıyafetimi kendim mi seçeceğim?" deyip şaşırıyordu ya, senin de ne giyeceğin başkaları tarafından belirleniyor ya da sen sırf birilerine uyum sağlamak uğruna istemediğin kıyafetleri giymek zorunda kalıyor, bunun da kendi özgür kararın olduğunu zannediyorsun. Hani köle Django sahibi tarafından "sen zeki bir zencisin ama benim zeki zenciye ihtiyacım yok" diye pazarda satılığa çıkarılıyordu ya, sen de toplumdan dışlanma korkusuyla sivrilmiyor, fark ettiğin doğruları içine atıyorsun. Bunlar işte saymakla bitmeyecek görünmez kelepçelerinden bazıları.


Oysa sonunda ölümün olduğu bir hayatta, konfor ve prestij uğruna yaşamak kadar saçma bir şey yoktur. Allah'ın Kuran'da kötüler için kullandığı bir tabir var:


"Onların içlerinde size karşı duydukları korku, Allah'a olan korkularından daha şiddetlidir. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur." (Haşr 13)


Eğer insanları dinleseydim, onlardan çekinseydim, çenemi tutabilseydim, nabza göre şerbet dağıtsaydım, şu an çok rahat ve konforlu bir hayatım olabilirdi. Fakat mutsuz ve haysiyetsiz bir hayat. Geleceğim adına konuşmaktan her zaman çekinirim, fakat ben almayayım.


Dinden ve özellikle Kuran'dan bu kadar korkmayın. Kuran'a -özellikle de Müslümanların- alerjisi olmasın. İnançsızsanız da farz edin ki zeki bir düşünürün sözlerini okuyorsunuz, ne bileyim farz edin Tolstoy'dan veya size bir şeyler katabilecek bir kaynaktan bir şeyler okuyorsunuz. İşte o kaynağın, Firavun'a razı gelen o koca toplum için kullandığı şu tabiri de bir okuyun:


"İşte Firavun toplumunu böyle küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan sapmış bir toplum idiler." (Zühruf 54)


Ölümün olduğu bir hayatta, tek korkulmaması gereken şey ölümdür. Zira kaçınılmazdır.


İnsanların beğenilerinden tutun da ahlak yargılarına veya size olan sadakatlerine, sevgilerine kadar her şeylerinin değişken olduğu bir hayatta, en son amaç edinilmesi gereken şey bu dünyaya ait olanlardır. Başta da insanlar.


Yemişim konforunuzu. Ben kitaplarımla mutluyum. Zira biliyorum ki sonu olmayanı amaç edinmem yolunda bana bir Pierre Cardin gömlekten daha faydalılar. Her ne kadar insanlar tarafından adam yerine koyulmak için o gömleği giymek zorunda olsan da, tıpkı o gömlek gibi o insanlar da bir gün çöpü boylayacak.


Hayatının merkezine sonu olmayanı, yani Allah'ı koyabilen ya da bunun için çabalayan ve en akıllı ticareti yapan herkese selam.


18 Ağustos 2016 Perşembe

İşim(iz)e Gelmeyen Ayetler

Selam.

"Biz ona yolü gösterdik. Artık ya şükredici olur ya nankör." (İnsan 3)


İki sene önceydi galiba, birkaç arkadaşımla parkta yürüyorduk. Kedi doluydu park, kedileri de çok severim moruk, öyle böyle değil. Hele biraz sırnaşık ve yabani olmayan bir kediyse karşımdaki, Almira gibi mıncıklaya mıncıklaya severim. Standart bir senemin yaklaşık %90'ında olduğu gibi yine tadımın tuzumun hiç olmadığı bir gündü ama kedileri görünce kendisine uçan balon alınmış, kaçmasın diye de balona bağlı bir ip parmağına dolanmış ve koştura koştura balonu uçurtan 5 yaşındaki çocuklara dönerim. "Ehehehehe" diye sırıta sırıta peşlerinde koşturdum, sevimli ve sırnaşık olanları mıncıklayıp durdum. Hayvan besleyenler bilir, karakterleri tıpkı insanlarınki gibi birbirinden tamamen farklı olur bunların. Kaç çeşit insan var diye sorsan, insan sayısı kadar derim, kaç çeşit kedi var diye sorsan, yine kedi sayısı kadar kedi çeşidi var derim. Bazıları ya karakteri gereği, ya da artık yavruluk zamanlarında gördükleri muamele nedeniyle, ya da her ikisinin birleşimi sonucunda yabani oluyor. İnsanlara fazla yanaşmıyorlar.


"Biz ona vermedik mi iki göz

Bir dil, iki dudak?" (Beled 8-9)

Hak geçmesin diye biraz da yabani olanlara yanaşmaya çalışım, baktım çok pas vermiyorlar, ben de zorlamadım. Nasılsa yanımda kendini sevdiren bir sürü kedi vardı.


Fakat o gün fark ettim ki, benim "kedi sevgisi" zannettiğim şey "kedi sevgisi" değilmiş.


"Kılavuzladık onu iki tepeye.

Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o." (Beled 10-11)

Yorulduk yürümekten, eve dönecektik, parkın çıkışına doğru kartondan bir kutu gördük, içinde de yine bir kedi...


Bu kedi yabani değildi, sırnaşık da değildi, zira ne yabani olma şansı vardı ne de sırnaşık. Tek gözü tamamen kördü, öbürü de iyice akmış, kapanmak üzereydi. Belli ki çok kısa bir sürede tamamen kör olacaktı.


"Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o" (Beled 11)


Üç arkadaş birbirimize baktık. Hepimiz biliyorduk yapmamız gerekeni. Bu kediyi zaten hazır kartonuyla alacaktık, atlayacaktık bir taksiye, veterinere götürecektik.


Zaten tadım tuzum yoktu, bir de yorulmuştum, zaten hep yorgun hissederim kendimi. Üşendim. Bir şey demedim.


Biz üç gerizekalı "ne yapalım?" diye birbirimize baktık.


"Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o" (Beled 11)


Tekimiz kendini, hesapta kendi vicdanında kurtardı, "Ya alalım götürelim isterseniz, bana fark etmez" deyip öyle salak salak olduğu yerde daire çizerek yürüdü.


Diğerimiz "Yazık ya, acaba başkası ilgilenir mi ki bizden sonra?" diye pası bizden sonra oradan geçip kediyi görmesi muhtemel diğer insanlara attı.


Bense sustum.


"Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o" (Beled 11)


Neden sustum biliyor musun? Üşendim, sadece bu.


Yapmam gerekenin ne olduğunu gayet iyi biliyordum. İnsanların böyle durumlardaki tavırlarını da iyi biliyordum. Kendi vicdanlarını rahatlatacak bir yol, bir kaçış ararlar. İşte birisi "Bana uyar, karar sizin" dedi, köşesine çekildi pasif pasif. Öteki "Yazık" dedi, üzüldüğünü belli etti, "Herhalde başkaları görür ya" dedi.


Ben bu tür davranışların fasa fiso olduğunu biliyordum. Ben ne yapmam gerektiğini gayet iyi biliyordum. Zira insanların ve iyi zannettiğimiz insanların böyle durumlardaki tavrının ne olacağını da iyi biliyordum. Ya kendine bir mazeret bulup içini rahatlatır, ya "eh biri bir şey yaparsa ben de uyarım" diye pasif kalır ve sözüm ona iyi insan rolü yapar, ya da bunların hiçbiri içini rahatlatamıyorsa suçu atacak bir başkalarını bulur. "Nasıl bırakırlar bu hayvanı böyle ya" diye söylenirler.


Ben kendimi bunlarla kandıramıyorum. 2 yıldır kandıramadım.


Yapmam gereken şey belliydi. Tüm ataletimi kırıp, o gerizekalıca ve hiçbir geçerliliği olmayan mazeretlerimi çöpe atıp, vaktimi ayıracaktım, kaldıracaktım o kartonu ve kediyi, "Hadi gidiyoruz, hadi hadi hadi" deyip veterinere götürecektim hayvancağızı. Yoksa kör olacaktı.


"Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o" (Beled 11)


Bunu yapmadım. Tek sebebi de dediğim gibi üşenmemdi.


Bir daha ne o parka gitmeye fırsatım oldu, ne de o kediyi gördüm, tahminen de ölmüştür.


Bariz bir şekilde sınava tabi tutuldum ve bariz bir şekilde sınavı kaybettim ben o gün. Bu bir savaştı, sonucu da tarih kitaplarının deyimiyle: "Decisive nefs victory", kesin nefs zaferi oldu. Yenildim nefsime, ataletime, umursamazlığıma.


"Biz ona vermedik mi iki göz,

Bir dil, iki dudak?
Kılavuzladık onu iki tepeye.
Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o.
Sarp yokuşun ne olduğunu sana bildiren nedir?
Özgürlüğü zincirlenenin bağını çözmektir o.
Yahut da açlık ve perişanlık gününde doyurmaktır o,
Yakındaki bir yetimi,
Yahut ezilmiş-boynu bükük bir yoksulu.
Sonra da iman eden ve birbirlerine sabrı öneren, merhameti öneren kişilerden olmaktır o.
İşte böyleleridir uğur ve bereket dostları." (Beled 8-18)

İki gözüm vardı, iki gözü olmayana "bile bile" yardım etmedim.


O sarp yokuşa atılamadım. Üstelik o kadar da sarp ve keskin değildi bu seferki yokuş, nedir yani, 1 saatini ayıracaktın alt tarafı.


Benim "kedi sevgisi" zannettiğim şey, meğer sevme ve sevilme ihtiyacımmış, o an anladım bunu. Sevdim, sevildim, işimi gördüm ve ihtiyacımı gördükten sonra umursamadım ölmek üzere olan bir kediyi. Sevgi böyle bir şey değildir. 


Yaklaşık 2 yıldır, uğradığım her haksızlıkta -ki çok sık başıma gelir, hele bu ülkede, aynı sende olduğu gibi- o an gelir hatrıma.


Nedense 2 yıldır da işlerim pek yerinde yürümez. Karma felsefesine inanmam fakat, sağ gözümün bozukluğu gitgide arttı. %60'tan fazla kör ve ameliyatla düzelmesi mümkün de değil mesela. Mistik anlamlar yüklemiyorum, sen de yüklemek zorunda değilsin, arkadaşımla konuşur gibi konuşuyorum şu an.


Ben var ya, çok acayip iyi insan rolü yaparım toplum arasında. Aynı senin gibi.


Çok da iyi laf yapar ağzım, öyle yüzüne vururum ki karşımdakinin bana veya bir başkasına yaptığı şerefsizliği, duyan sahiden hak verir bana.


Kendim iyilik timsali bir melekmişim gibi...


"Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız?" (Bakara 44)


Biz hep başkalarını kınarız, onların büyük suçları ardına sığınıp iyi insan rolü yaparız, oysa yapabileceğimiz iyilikler ve kötülükler imkanımızın el verdiği ölçüdedir. Düşünüyorum, acaba benim ve benim gibilerin eline imkân geçmiş olsaydı dünya şu an çok mu farklı bir yer olurdu? Bunu bilemiyorum, çünkü kendimden ve içimdeki o kötülük potansiyelinden korkuyorum.


"Sinsi casuslar gibi ayıp aramayın! Gıybet ederek biriniz ötekini arkasından çekiştirmesin!" (Hucurat 12'den)


Doğrudur, çok büyük kötülükler var hayatta ve çok büyük kötüler var. Burada insanlara "Allah, Kitap, ahlak" diye yazılar yazarken, gece başımı yastığa koyduğumda düşünüyorum. Ben ne kadar iyiyim diye soruyorum kendime.


"O halde kendi kendinizi temize çıkmış göstermeyin; kimin sakındığını en iyi bilen O'dur." (Necm 32'den)


Soruyorum kendime, sen ne yaptın bugüne kadar diye, kendime bile cevap veremiyorum.


Aslında, ölüm dışında, her zaman bir seçim yapma şansına sahiptim ve sahibim.


"Biz ona yolü gösterdik. Artık ya şükredici olur ya nankör." (İnsan 3)


Dört dörtlük bir insan olmadığım için, karşılaştığım kötülükler karşısında susmayacağım elbette. Fakat, "Bana bak lan gerizekalı" diye soruyorum kendime, "Neden hep aynı şeyleri ısrarla yapıyorsun, küçük dünyanda bile olsa, neden hep aynı kötülükleri ısrarla yapıyorsun?" Geçerli bir mazeret bulamayacağımı ve kendimi kandıramayacağımı biliyorum.


Süslü bir söz vardır ya, Bertrand Russell'ın sanırım veya ona atfedilen; "Yalnızca günahları olanların Tanrıları olur" diye. Tamamen süslü bir laf salatası ve içi boş bir retorik. Günahlarım aklıma geldiğinde Allah'ın olmamasını istiyorum. Bu işin sonunda yok olup kurtulayım istiyorum. Ama bu işler öyle yürümüyor. Esasen, iyilikleri olanlar ister Allah'ın olmasını, "yaptıklarım boşa gitmemeli" diye isterler içten içe. Kaldı ki insanlar bu günah ve "özgür irade sorumluluğu" kavramlarından kurtulmak için ahireti, Tanrı'yı reddetme eğilimine girerler. Yahut spiritüalizm gibi -ki önümüzdeki yüzyılda ateizm büyük ölçüde panteizme ve spiritüalizme evrilecektir- iyi ve kötü kavramlarının olmadığı felsefelere yönelirler. Her neyse, bunlar başka yazının konusu, bu bir yazı bile değil, dertleşme, bir konuşma.


Benim Allah'a olan inancım, istekten alakasız bir şey, öyle mucizevi veya uhrevi olaylar yaşamadım fakat gözümle görmüşçesine biliyorum Allah'ın da, bu dünyada yaptıklarımızın bize sorulacağı bir yerin de var olduğunu.


Şu blog'da yazmaya başladığımdan beri "bir kişi de olsa kârdır" deyip durdum, fakat öte yandan farkında olmadan bir hata yaptım. Hep büyük kötüleri gösterdim size. Meşhur kötüleri. Ünlü kötüleri. Büyük günahları olanları.


Acaba ben ne yaptım bugüne kadar? Sen ne yaptın? Bir kişiden kastım, bu kötülerden olmamak, hatta onlara meyletmekten bile uzak durmaktı benim. Fakat kendi "küçük" gördüğümüz, fakat bizim için her şey olan "kendi" hayatımızda, öyle haltlar yiyoruz ki.


Bir de umutsuzluk aşılamakla itham ediliyorum, depresif ruh halimden dolayı bu doğrudur, lakin siz beni boş verin, insanları fazla önemsemeyin. Kuranda "affetme" kelimesinin tüm türevleri 234 defa geçer, ceza kelimesinin tüm türevleri de 117 defa geçer. Affın, cezadan tam olarak 2 kat fazla geçmesi ilginç bir detay olsa da, Allah'ın ne kadar affedici olduğunu vurgulayan ayetlerin sayısı, cezalandırıcı olduğunu söylediği ayetlerin sayısından çok daha fazladır.


Fakat Allah sürekli, ısrarla aynı haltı yiyeni affeder mi bunu bilmiyorum. Emin olduğum bir şey var ki, İslam'ın "inceldiği yerden kopsun" değil, "zararın neresinden dönersen kardır" dini olduğudur.


Ve bir diğer emin olduğum nokta da, o zarardan dönmenin yine tamamen senin elinde olduğudur.


İşte bunlar işimize gelmeyen ayetler.


İşte bu işimize gelmeyen davranış: "Sarp yokuşa atılmak."


Nefes aldığımız sürece hayat devam ediyor ve biletimiz kesilmiş değil. Çok okuyun, çok paylaşın, iyi işler yapın. Vakit hem az, hem çok.


Ve tüm bunları kendiniz için yapın.


Zira hayatta iki şeyin telafisi yok, ölüm ve boşa geçen zaman.


"O halde, bir iş ve oluştan boşalır boşalmaz yeni bir işe koyulup yorul!" (İnşirah 7)

Selam.

12 Ağustos 2016 Cuma

Menzil Tarikatı

Menzil Cemaatinin itikadi yönü hakkında sadece birkaç kelam edeceğim, aklını işletenler durumu anlar, tanıdıklarını uyarır.

Her tasavvufi tarikat gibi Menzil de bir şirk yuvasıdır. Başlarında Gavs denilen, hesapta akıl sır ermeyen kerametler gösterebilen lakin kendine bile hayrı olmayan bir adam bulunur. Gavs, Allah'ın yeryüzündeki işlerini yürüten, bir nevi (haşa) ilahtır.

Nurcuların Risaleleri misali, Menzilcilerin başucu eserlerinden birisi de Minah'tır. Aşağıdaki fotoğrafta, kendi basımları olan Minah'ta geçen bir bölümü göreceksiniz.




Burada Gavs denilen yüce kişi eğer emrederse, müritlerin Lat putuna bile secde etmeleri gerektiği tembihlenir (Lat, Kuran'da da ismi geçen Mekkeli müşriklerin Allah'a aracı koştukları putlardan birisidir).

Ve bu cemaatin müritleri aynı zamanda kendilerine müslüman diyorlar, samimiyetlerinden de şüphem yok. Bu cemaatin müritleri her gün Fatiha suresindeki "Allah'ım yalnız sana kulluk eder, yalnız senden medet umarız" ayetini okuyan adamlar. Peki nasıl böyle saçma sapan işler yapabiliyorlar? Eğer bir insan kendini, bir başka insana teslim ederse, beynini çöpe atar. Aklını işletmeyen insanları bekleyen akıbet ise Kuran'da defalarca belirtilir.

Tüm tasavvufi tarikatlar, Mevlana'nın Mesnevi'deki deyimiyle "Allah'ın çocukları olan veliler"e koşulsuz itaati emreder. Ve şeyhine iman etmiş bir müridin ise yapamayacağı şey yoktur, tıpkı müslüman olmasına rağmen bir puta secde etmek gibi.

Bu fotoğrafta ise tamamen bir pagan geleneği olan "tövbe alma"yı göreceksiniz. 



"Avatar'da bir ağaç vardır, herkes ona bağlanır, ondan enerji alır. İşte o ağaç benim." - Gavs hazretleri ehehe

Yani bu şeyhten "tövbe alma" denilen şeyin İslam'a uygun olup olmadığı üzerine konuşmak bile vakit kaybı. Sadece Allah'ın bir ayetiyle cevap vereyim:

"Hiçbir günahkâr, bir başkasının günahını yüklenmez. Yükü ağır gelen, onu taşımaya çağırsa bile, kendisinden hiçbir şey yüklenilmez. Akraba bile olsa... Sen ancak Rablerinden için için korkanları ve namaz kılanları uyarırsın. Arınıp temizlenen, kendi benliği için arınıp temizlenir. Dönüş Allah'adır." - Fatır suresi 18

Israrla, ısrarla, ısrarla tekrar ediyorum:

İstisnasız her tasavvufi tarikat bir şirk yuvasıdır. Hem itikadi açıdan tehlikelidir, hem sosyolojik açıdan insanlarımızın beyinlerini ele geçirir, çöpe atar. Tabi bir de siyasi açıdan, kadrolaşma açısından potansiyel risk oluşturduklarını hatırlatmaya, daha 3 gün önce sütten ağzımız yanmışken hatırlatmaya bile gerek yok.

"Sahte şeyh" diye bir laf vardır ya hani, haberlerde falan görürdük bir zamanlar "Falanca yerde sahte şeyh yakalandı" diye. Arkadaşım, bunun hakikisi yoktur ki sahtesi olsun!

Asla ve asla unutmayın. Müşrik demek, Allah'a ortak koşan demektir. Mekkeli müşrikler Allah'a inanıyorlardı, fakat Lat, Menat, Uzza vs gibi sürüsüne bereket putları, evliyaları vardı. Tıpkı şimdikilerin olduğu gibi...

Neden tasavvuf ve cemaat konusuna bu kadar kafayı takıyorum, üstüne yazılar yazıyorum. İşte bu yüzden. Çünkü ben bu ülkede, bu insanların arasında yaşıyorum. Çünkü bir müslüman olarak uyarmak benim ve hepimizin görevi. Çünkü sapıklık karşısında sessiz kalmak, hepimizi yokuş aşağı yuvarlayacak.

Allah dostu sandığınız adamların sözlerini ve eserlerini Kuran ile karşılaştırın. Kuran'ın isimlerinden birisi Furkan'dır. Furkan ise ayıran demektir. İyi ile kötüyü, güzel ile çirkini, hak ile batılı ayırt eden demektir. Siz, o falanca kişilere kulluk etmediğinizi, bir tek Allah'a kulluk ettiğinizi, o falanca kişilerden sadece feyz falan aldığınızı söyleseniz de, tapınmak ve şirk koşmak tam olarak budur. Hatta bu tarikatların yaptıkları şirk değilse, dünya üzerindeki hiçbir şey şirk değildir ve Kuran boş yere indirilmiştir.

Ben ne söylersem söyleyeyim, hiçbir şey durumu şu sözler kadar güzel açıklayamaz:

"Gözünüzü açıp kendinize gelin! Arı-duru din yalnız ve yalnız Allah'ındır! O'nnu yanında birilerini daha veliler edinerek, "Biz onlara, bizi Allah'a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk etmiyoruz." diyenlere gelince, hiç kuşkusuz, Allah onlar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir. Şu bir gerçek ki, Allah, yalancı ve nankör kişiyi iyiye ve güzele kılavuzlamaz." - Zümer suresi 3. ayet

Bu da "Gavs'ın çocukları başımıza basıp geçse, yine de Gavs'ın hakkını ödeyemeyiz" minvalinde müritlerine beyin yıkama seansı yapan, kula kul olmayı emreden Menzil Cemaatinden bir sahtekarın video'su. Midesi kaldıran seyredebilir.




Selam.

4 Ağustos 2016 Perşembe

Kötüler ve İyiler

Biz Firavun biliriz. Biz Hitler biliriz. Biz Stalin, Mao biliriz. Biz Bush biliriz. Biz Rockefeller biliriz. Biz Rothschild biliriz. Biz Ariel Sharon biliriz. Biz Fethullah Gülen biliriz. Cengiz Han biliriz. Papaları biliriz. Haçlı Ordularını biliriz. Bankacıları biliriz. Cahil insanları biliriz. Yobazları biliriz. Çok kötü şucuları ve çok kötü bucuları biliriz.

Tüm gün, artık gündemine göre, bunların aralarından birkaçı hakkında konuşuruz. Bunları lanetleriz. Bunlara sayar söveriz. "Ya bunlar ne şerefsiz" adamlar deriz.

Sonra biz insanlara yalanlar söyleriz. En sevdiklerimizi dahi aldatırız. İş ararken önce torpil bakarız. Yere düşeni kaldırmaya tenezzül etmeyiz. Okumayız, üretmeyiz. Üreteni baltalarız. Tüm günü laklak ile geçiririz. İş yerindeki Fatma'ya kafayı takar, arkasından milleti doldurur, kuyusunu kazarız. Herhangi bir sebepten ötürü sevmediğimize iftira atarız. Suçlu bile olsa, "bu zaten katil, dur bir de buna tecavüzcü diyelim" diye sonuna kadar vururuz. Söz konusu kendi menfaatimiz olunca "özgürlük, demokrasi" diye bağırır, söz konusu başkaları olunca susarız.

Bizim çok güzel günah keçilerimiz var. İyi ki çok meşhurlar, güçlüler ve gündemdeler. Biz onlar sayesinde iyi oluruz. Ama küfrettiğimiz; bu adamların yaptıkları işler değildir. Küfrettiğimiz; bu adamların ta kendileridir. Zira onlar kadar ezen ve güçlü olabilen ben olmalıydım, deriz. Kıskanırız. Ama onların meşhur günahlarının arkasına sığınır, iyi insanlar oluruz.

Biz, eline imkan geçmemiş potansiyel kötüleriz.

İyi ki varsın Fethullah. İyi ki varsın Hitler. Sağ ol Stalin. Eyvallah Firavun.

Sayenizde iyi insanlarız.

24 Temmuz 2016 Pazar

Tasavvuf Neden Bu Kadar Önemli?

Selam kaynatasızlar.

Tasavvuf neden bu kadar önemli? Ben meşgale olsun diye mi kafayı tasavvufla bozdum?

Tasavvuf hakkında yıllardır yazıyorum. Aşağıya link'ini bir kez daha koyacağım, tasavvuf hakkındaki 2 bölümlük makalemde; ilk kaynaktan deliller ile tasavvufun hem itikadi açıdan İslam ile taban tabana zıt olduğunu, hem de sosyolojik açıdan müslüman toplumunu ele geçirip aptallaştırdığını, pasifize ettiğini anlattım. Gel gelelim (o kadar delile rağmen hala tasavvufu savunanları zaten bir geçtim), bazı kişiler tasavvuf meselesini fazla abarttığımı, çok fazla bu mesele ile uğraştığımı söylüyorlar. Bu mesele ile neden mi bu kadar ilgileniyorum? Şu yüzden güzel kardeşim, bak Türkiye'deki onlarca ve hatta yüzlerce cemaat arasından sadece bir kısmı ve nispeten en etkili olanları:

Nur Cemaati
Süleymancılar
Menzil Tarikatı
Nakşıbendiler (ki Kadiri, Halidi gibi kolları da vardır)
Işıkçılar
Cerrahiler
İsmailağa Cemaati
İskender Paşa Cemaati
Kıbrısi Cemaati
Aziz Mahmut Hüdai Cemaati
Yahyalı Cemaati
Alvarlı Efe Cemaati
Kırkıncı Hoca Cemaati

Bu liste daha sabaha kadar uzar gider. "Cemaat" kelime manasıyla topluluk demek olsa da, günümüzdeki bu cemaatler tasavvufi tarikatlardır. Şeyhlik ve müritlik bir tasavvuf icadıdır ve bu gelenek hala çok güçlü bir biçimde varlığını sürdürür. Şu yukarıda ismini zikrettiğim veya zikretmediğim yığınla cemaate giden tek bir çocuk, tek bir genç, tek bir yetişkin bile kendini oradan kurtarsa bu, toplum olarak bizim kazancımızdır. Zira tasavvuf, kula kulluktur ve bir uyuşturucu türüdür. Saatlerce oturduğu yerden zikir çeken, 1248 kere bilmem ne duasını okuyunca cennete gideceğini zanneden, gecelerin körüne kadar şirk ve safsata dolu risaleler okuyan, çeşitli saçma sapan zikir ayinleri yapan tek bir kişi bile bu bataklıktan kendini kurtarabilsin diyedir çabam.
Burada beyinlerini uyuşturan insanlar eğer okusalar, vakitlerini heba etmeseler, üretseler, çok daha iyi bir toplumda yaşayabiliriz, zira cemaatlerin kuvveti sizin sandığınızdan çok daha fazladır.

"Neden Mevlana hakkında bu kadar çok duruyorsun, kim okuyor ki Mevlana'yı?"

En çok bu soru çıkıyor karşıma ve evet kaç kişi okuyordur ki Mevlana'yı? Bu millet Kuran bile, hatta herhangi bir kitap bile okumuyor. Fakat bu tasavvuf kültürü ve geleneği, kula kulluk geleneği toplumumuzun zihnine yüzlerce yıldır kazınmış durumda. Tembellik, kendini başkalarına teslim etmek, "o öyle diyorsa doğrudur" deyip sorgulama sorumluluğundan kaçmak, üretmemek ve asalaklık bizim toplumumuzun tasavvuf kaynaklı hastalıklarından bazılarıdır.

Mevlana dediğin adam, tıpkı şu yukarıdaki tarikatların ve cemaatlerin şeyhleri gibi bir şeyhtir. Mevlana'nın bugünkü şeyhlerden tek farkı sadece iyi bir edebiyatçı olmasıdır! O da eserlerinde ya da vazgeçtim ne eseri, paçavralarında müritlerine; velilere ve şeyhlere kendilerini teslim etmeyi emreder. Hababam oturduğun yerden zikir çekmeyi, nafile ibadetler yapmayı, bu dünyanın boş olduğunu, dünyadan tamamen kendini soyutlaman gerektiğini öğütler.

Sadece bu kadarı da değil. Bugün Türkiye'deki okullarda, ilahiyat fakültelerinde, televizyondaki dini programlarda, camilerde İslam diye bu adamların masalları anlatılır. Tasavvuf denilen zehir, millete İslam diye satılır. Kimisi bunun farkında değildir, kimisi ise "aman işimden/mevkimden olurum" korkusuyla düzene uyar, farkında olduklarını dillendiremez.

Fakat bu böyle gelip böyle gitmez, gidemez. Birileri Hz Hüseyin olacak ki, adalet için yola çıkacak ki, sivri olacak ki, artık bu sefalet ve kula kul olma geleneği söne söne bitsin.

8. ve 13. yüzyılda bilim ve felsefede dünyanın geri kalanına uçurumlar kadar fark atan müslüman toplumu; tasavvufun, tarikatların, tekkelerin, şeyhlerin üstünlüğü ele geçirmesinden itibaren çöküşe geçmiştir. Müslümanlar, bugün bulundukları bu sefil hali işte bu tasavvuf denilen saçmalığa borçludur.

Ben de art niyetli bir emperyalist olsam, ben de altı petrol, üstü asalak dolu bu toprakları sömürürdüm.

Sert mi yazdım? Hayır hafif bile yazdım. Hem de çok hafif. Hem Allah'ın dinine leke süren, hem de toplumu yüzyıllardır asalak hale getiren bu rezil tasavvuf anlayışı için hala çok az yazıyor, çok hafif konuşuyorum.

Milletimiz bu kadar olaydan sonra, Fethullah Gülen'in gençlikten yetiştirilme bir ajan olduğunu hele şükür anlayabildi.

Bakalım esas fitnenin; Risale-i Nur denen saçmalıklarında kerametler gösterdiğini, Kuran'da kendisinin ima yoluyla müjdelendiğini, Hz Ali'nin kendi yazdığı risaleleri okuduğunu, Hz Muhammed'in peygamber olmasının delilinin bu risaleler olduğunu, hatta risaleleri kendisinin yazmadığını -aksine- risalelerin kendisine "yazdırıldığını", risalelerin Kuran'ın indiği yerden indiğini söyleyen peygamberimsi/mehdimsi Said Nursi olduğunu ne zaman anlayacağız... Esas fitnenin, insanların beyinlerini ele geçiren bu İslam dışı tarikatlar, cemaatler, şeyh-gavs-kutup gibi zibilyon çeşidi olan ruhban sınıfı olduğunu ne zaman idrak edeceğiz...

Bu kısa diss'imi, teşhisi daha 14. yüzyılda koyan İbn Haldun'un bir sözüyle noktalıyorum.

"Akletmek müslümanlar tarafından terk edildi ve bu yüzden zelil bir hale düştüler"

Ben yazmaya üşenmedim, sen okumaya üşenme: Tasavvuf ve Tarikatlardan Tek Dünya Dinine