Okunması şart makaleler:

Tasavvuf ve Tarikatlardan Yeni Dünya Dinine: Bölüm 1 ve Bölüm 2
Komünizm, Kızıl Devrim, Sovyetler Birliği ve Şirketler
İnsan, Din ve Kuran
Bu da amme hizmeti: Okunması Gereken Kitaplar Listesi

Bir Başka Din: Tasavvuf kitabı çıktı; internet'ten sipariş etmek için kitapyurdu link'i.

YENİ: Youtube'daki hodor hodor konuşmalarım için buradan alalım.

8 Ekim 2012 Pazartesi

İnsan, Din ve Kuran

Merhaba kaynatasıyla dans ettiklerim.

Bu yazı, başlıktan da anlayacağınız üzere biraz farklı olacak. Eğer önyargı ve önkabullerle yaklaşırsanız, size hiçbir şey anlatamam. Fakat sadece vakit ayırıp, kendinizi savunma moduna çekmeden okursanız anlatacağım şeyler olacak. Bu yazı öyle bol resimli, ifşalı bir yazı falan olmayacak, o bir dahaki sefere artık. Bu yazının konusu Kuran olacak canlar. Biliyorum dünya şu sıralar karışık ve muhtemelen benden de o konular hakkında bir yazı bekliyordunuz, fakat dünya zaten hep karışıktı. Zira tepedeki elit zümrenin "tek dünya devleti" kurmak gibi bir amacı varken, dünyanın karışık olmaktan başka bir şansı da yok.


Burada size en başından beri anlatmaya çalıştığım iki şey vardı. Bunlardan ilki insanların çoğunluğunun hep yanılgı halinde olduğu, ikincisi ise insanların hep rol yaptığıydı. İnsanlar genellikle yanılırlar ve yine genellikle, yanılanlar yanıldıkları gerçeğini görseler de kolay kolay kabul etmezler.


Tabi ki bu yanılan ben de olabilirim, sen de olabilirsin. İnsanların yanılgıda olduklarını bilmek, sizin doğru olduğunuz anlamına gelmez. Fakat bu konulara girmeden önce gelin insanların ne kadar büyük oranlarda yanılabildiklerine bir göz atalım.


Dininiz ne olursa olsun, isterseniz herhangi bir dini görüşe de mensup olmayın, fakat gözle görülen bir gerçek vardır ki o da insan hayatına yön veren en büyük unsurun din olduğudur. Normalde yapabileceğiniz bir davranıştan, sırf dininizin sınırlarını aşmamak adına uzak durabilirsiniz. Eğer yine de sadece kendi doğrularınızı dinleyip o davranışı yerine getirirseniz, bu da dininize olan az bağlılığınızdan veya bir dininizin bulunmuyor oluşundan kaynaklıdır. 30 gün boyunca günün belirli vakitlerinde yemek yememenizi sağlayan şey sizin dininizdir. Dininiz size pazar günleri kilisede toplanmayı emrederse bunu yerine getirirsiniz. Dininiz size yılın belirli günlerinde "hamur" yememenizi emrederse buna da uymaya çalışırsınız. Dininiz size bir solucan olarak reenkarne olabileceğinizi, bu sebeple bir bölgede kazı yaparken soluncanları öldürmemeniz gerektiğini size emrederse buna da uyar ve tek tek elinizle o solucanları toplarsınız. Veya bunların hiçbirini yerine getirmezsiniz, bunları yerine getirmemenizi sağlayan şey de "o dine" mensup olmamanızdır.


Kısacası neresinden bakarsan bak, din insan hayatına yön veren en büyük unsurdur.


Peki şimdi de biraz o kusursuz yaratıcıyı düşünelim. Adına ister Allah, ister Tanrı, ister God, ister Elohim deyin.


O kusursuz yaratıcı, insanlara "aynı anda" değişik dinler gönderebilir mi?


Örneğin Tanrı, aynı zaman dilimi içerisinde yaşayan insanların bir kısmına kendisinin bir çocuk sahibi olamayacağını söyleyip, diğer bir kısmına da İsa'nın kendi oğlu olduğunu söyleyebilir mi? İnsanların bir kısmına eşleriyle istedikleri kadar seks yapmayı serbest bırakıp, bir kısmına da ermeleri için hayatları boyunca hiç seks yapmamayı öğütleyebilir mi? İnsanların bir kısmına kendisinden başka hiçbir şeye tapınmamaları gerektiğini söyleyip, diğer kısmına da Buddha heykellerine tapınmaları gerektiğini söyleyebilir mi?


Hayır, bu durumda o kusursuz yaratıcı kendisiyle çelişmiş olur.


Bu durumda iki ihtimal vardır.


1) Kusursuz yaratıcı vardır ve o şu an için sadece tek bir din göndermiştir.

2) Kusursuz yaratıcı diye bir şey yoktur ve dinler insan uydurmasıdır.

Yani benim açımdan, matematiksel olarak bile sadece bu 2 ihtimal vardır.


Öyleyse bir 20 saniyeliğine dininizin ne olduğunu unutun ve şu an dünyada -yaklaşık olarak- 7 milyar insan olduğunu göz önüne alın.


- Eğer doğru din Hristiyanlıksa, dünyadaki 4.6 milyar insan yanılıyor demektir. Bu, dünyadaki insanların %65'inin hayatlarındaki en önemli konu hakkında yanılgı halinde olduğu anlamına gelir.


- Eğer doğru din İslam ise, dünyadaki 5.35 milyar insan yanılıyor demektir. Bu, dünyadaki insanların %76'sının hayatlarındaki en önemli konuda yanıldığı anlamına gelir.


- Eğer doğru din Hinduizm ise, dünyadaki 6 milyar insan yanılıyor demektir. Bu da, dünyadaki insanların %86'sının hayatlarındaki en önemli konuda hata yaptığı anlamına gelir.


- Eğer doğru din yahudilikse, dünyadaki 6.985 milyar insan yanılıyor demektir. Bu, dünyadaki insanların %99'unun hayati bir hata yaptığı anlamına gelir.


- Eğer yaratıcı ve din diye bir şey yoksa, bu da dünyadaki 5.85 milyar insanın dinlere inanmakla yanıldığı anlamına gelir. Bu durumda dünyadaki yanılan insanların oranı %83'tür.


Gördüğünüz üzere her ihtimalde, insanların çoğunluğu yanılmaktadır. Hem de hayatlarındaki en önemli konuda.


Tabi bu yukarıda kullandığım rakamlar çok iyimser rakamlardı, zira doğru din Hristiyanlıksa bu durumda bu dinin kurallarına uymayan birçok Hristiyanı gözardı etmiş olduk. Veya doğru din İslam'sa, bu durumda yine tüm müslümanların gerçek anlamda müslüman olduklarını varsaydık.


Peki bundan, yani yanılmadan kurtulmanın yolu nedir? İnsan zaten sürekli hata yapmaya mahkûmdur, fakat çok önemli konularda bile, kimi zaman bize göz göre göre hata yaptıranlar nelerdir? Bu konuda hiçbir şeyden memnun olmayan gudubet suratlı emmiler gibi sürekli eleştiri mi getireceğim? Hayır sevgili kaynatasız, hayır.


Bu, en uzun zamandır yazmayı hayallediğim ve muhtemelen de baya uzun süren bir yazım olacak. Aslına bakarsan bu blog'un ilk yazısında ne diyorsam yine aynılarını söyleyeceğim, fakat daha detaylı, daha farklı açılardan yaklaşarak ve daldan dala atlayarak. Ve bu yazının esas konusu da Kuran olacak. Zira ben inancımı sorgulamasaydım, sen bu yazıları okuyamayacaktın. O kafamda derleyip toplayıp ulaştırdığım 3-5 bilgiyi size veremiyor olacaktım. Her şey benim kendimi ve inancımı sorgulamamla başladı, seninki başladı mı veya nasıl başlayacak orasını bilemem, fakat umarım burada anlatacaklarımın bir faydası olur.


"İnsan kendisinin ne olduğuyla asla uğraşmaz. Fakat aynı anda insan, hem başkalarına, hem de kendisine güzel görünmek ister. Bu nedenle insan kendisini de kendisinden gizler. Yine aynı nedenle her insan hem kendine, hem de başkalarına rol yapar. Sıradan bir insan başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğüyle ilgilendiğinin yarısı kadar kendisinin ne olduğuyla ilgilenmez". Bunlar Schopenhauer'in sözleridir ve bana kalırsa bir insan tarafından insanlar hakkında yapılmış en doğru saptamalardan biridir.


Filozofluk taslamayacağım, bu alıntıyı yapmamın tek sebebi, birazdan anlatacaklarıma paralel şeyler söylemiş olmasıdır.


Bizler gerçekten de kendimizin ne olduğunu, neyi bilip bilmediğimizi, hangi yanlışları doğru diye bildiğimizi hiç de sorgulamayız. İnsanlar özellikle son yüzyılda "yalnızca gözleriyle gördüklerine inanacakları şekilde" programlandılar. Televizyon kanalları, haber spikerleri, gazeteler, siyasetçiler bize sürekli  neye inanmamız gerektiğini telkinlediler ve bu durumda bizde de şu bilinçaltı oluştu: "Benim yerime doğruları daha önceden gören ve söyleyen insanlar var, o halde benim kendimi sorgulamam bana yeni bir şey kazandırmayacak. Ancak vakit kaybı olacak."


Peki ya size neye inanmanız gerektiğini emreden kişi ve kurumlar dolandırıcıysa?


Doğaları gereği yanılıyor olmalarını geçtim, ya sizin de yanılmanız için kasten yanılıyorlarsa?


Bu durumda bu pislikten kurtulmanın tek yolu kendini sorgulamaktır.


Kendini sorgulayan, yeri geldiğinde kendi hatasını gören ve kabul eden bir insan olmak, size bu konuda çok şey kazandıracaktır. ("Öyle değil! Kendisini ısrarla kınayan benliğe yemin ederim." -Kıyamet/2)


100 metre yarışlarını düşünün. Şimdiye kadar bu mesafeyi en kısa sürede koşan kişi 9.58 saniye ile Usain Bolt olmuş (Google'dan baktım evet).


Herkes Usain Bolt olamaz, fakat bu bilgisayarlara ve fast-foodlara alışmış koca götlü halimizle aramızdan bir insan seçersek, o kişi bu mesafeyi tahmini olarak 20-30 saniyede bitirebilir.


Peki neden 15 saniyede bile koşamıyoruz ki bu kadar kısacık bir mesafeyi? Bana kalırsa herhangi bir engeli bulunmayan sıradan bir insan, buna vakit ve emek harcayarak iyi şekilde hazırlanırsa, 100 metreyi 15 saniyede veya daha kısa bir sürede hiç zorlanmadan koşar hale gelecektir. Hepiniz bu kadarını yapabilirsiniz emin olun.


Seçtiğimiz dal atletizmdi, şimdi bu dalı hayatınız yapın ve kendinizi sorguladığınızda sizin göremediklerinizi gördüğünü iddia eden kişilerden, televizyon kanallarından, gazetelerden, yazarlardan ne kadar daha doğru gözlemler yapabildiğinizin farkına varın. Unutmayın, size neye inanmanız gerektiğini emreden o haber kanallarında ve gazetelerde çalışan insanların %99'u, mağarada yaşayan Arapların 4 tane yolcu uçağı kaçırıp Pentagon'u vurduğuna inanıyor.


İnsan, doğası gereği hata yapmaya mahkûmdur diyorum ya hep. Elinize bir tebeşir alıp tek seferde ve hızlıca asfalta 100 metre uzunluğunda düz bir çizgi çizemezsiniz, bu insan olduğunuz içindir. Peki öyleyse doğruları belirleyen merci nedir veya ne olmalıdır? Seni, onu bilmem fakat benim için bu merci eğer varsa Allah olmalıydı, eğer o yoksa geri kalan tek şey kaos olurdu. Kendimi hatalı yanlarının %100 olacağı insan ürünü fikirlere uydurmaya çalışmaktansa, kusursuz bir yaratıcının belirlediği kurallara uydurmaya çalışmak daha mantıklı geliyordu bana. Zira başkalarının fikirlerini bırakıp sadece kendim fikir üretmeye çalışsam bile bu benim de hata yapacağım ve kendimi, kendi beynimden çıkan hatalı fikirlere uydurmaya çalışacağım anlamına geliyordu.


Neyse sözü çok uzatmadan asıl söylemek istediklerime geçecek olursam, eğer Kuran, yine bu hata yapan insanların elinden çıkmış bir kitapsa şayet, insanların yüzyıllardır hatta binyıllardır tartışmakta olduğu bir konuda kumar oynamış ve tutturmuştur.


Bu kumar, evrenin bir başlangıcının olup olmadığıdır.


Evrenin ezeli olup olmadığı çok eski tarihlerden beri tartışılmıştır ve astronominin gelişmediği çağlarda bu konuda %50'lik bir tutturma şansınız vardır. Zira seçenekleriniz şunlardır: Evren ya yaratılmıştır ve başlangıcı vardır veya kendiliğinden hep vardır ve başlangıcı yoktur.


Kuran, evrenin bir başlangıcı olduğunu ve buna bağlı olarak sonunun bile olduğunu söyler. ("Yıldızlar söndürüldüğü zaman..." - Mürselat 8, "Yıldızlar ışıklarını yitirdiğinde" - Tekvir 2, "Gökleri ve yeri ve ikisi arasındakileri hak olarak ve belirlenmiş bir süre için yarattık biz." - Ahkaf 3)


Evrenin hep var olduğu iddiası Kuran'dan sonra da tartışılmıştır elbette. Örneğin İbn Sina evrenin hep var olduğunu, yani kadim olduğunu iddia etmiştir, fakat ayetlere dayanarak İbn Sina'ya karşı çıkan filozoflar da olmuştur. İbn Sina'nın bu yanılgıya düşmesinin sebebi, dönemin bilim kabullerinden kendini soyutlayamaması ve Kuran'a o perspektiften bakamamış olmasıdır.


Ardından Kuran, bu yazının başında örneğini verdiğim konuda da, yani insanların yanılma oranlarında da bir kumar oynamış ve bu kumarı da tutturmuştur.


Kuran, insanların "çoğunluğunun" yanılgıda olduğunu birçok ayette söyler:


"Yeryüzündeki insanların çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Sadece sanıya uyarlar onlar ve sadece saçmalarlar." - Enam 116


"Doğru dinin İslam olduğunu insanların çoğu bilmez." - Rum 30


"İnsanların çoğu kâfirdir." - Nahl 83


"Ölüleri Allah'ın dirilteceğini çoğu bilmez." - Nahl 38


"Doğru ve sabit din budur, fakat insanların çoğu bilmezler." - Yusuf 40


Vs...


Sonra iyice baktım Kuran'a, daha başka "tutturduğu", "isabet ettirdiği" konular var mı diye. Evet vardı ve hem de o kadar çok vardı ki. Bu yazıda da zaten bunlardan bahsedeceğim. Zira benim için bir şey çok fazla tekrar ediyorsa, o şey bir tesadüf olamaz.


Öncelikle şu konuda bir anlaşalım, ben bu yazıda herhangi bir ispat çabasında bulunmayacağım. Hele hele bazı ayetler var ki, ben bu ayetleri asla inanmayan kişiler için birer "inanma sebebi" olarak sunmayacağım. Bu konu bir inanç konusudur ve karşınızdakinin inanası yoksa, ne yaparsanız yapın boşadır.


Karşındakini dinlemek yerine öncelikle karşındakinin dinini veya siyasi görüşünü öğrenme amacında olup, ona göre rafından önceden hazırladığı ezbere cevapları dizen kişilerin yararı için benim kılımı kıpırdatasım bile gelmiyor. Eğer birazdan anlatacaklarıma "hee bunlar 1400 yıl önce Kuran'da vardı zaten diyorsun" şeklinde yaklaşacak olan varsa -ki muhakkak vardır- lütfen burayı terk etsin. Zira bu yazıda küfür etmemeye çalışacağım ehehe.


Ben sadece ayetleri gösterip kendi anladıklarımı anlatacağım. Misal Tarık suresinin 12. ayetinde "çatlayışlarla/yarılışlarla dolu yere yemin olsun" denilir. Eğer Kuran'ın Allah'ın sözü olduğuna inanmayan biriyseniz, bu ayet sizin için sadece şunu anlatmaktadır:




Kurumuş ve çatlamış bir toprak parçasını...


Fakat eğer bu sözün Allah'a ait olduğuna inanan biriyseniz, bu ayet size aynı zamanda şunu da ifade etmelidir:





Yani yeryüzündeki fayları ve levhaları. Zira üstünde bulunduğumuz yer gerçekten de çatlaklarla ve levhalarla doludur.


Tabi bunun yanı sıra çok net olan ve herhangi bir yoruma göre değişmesi söz konusu olmayan ayetler de var. Onlardan da örnek vereceğim. Ama önce bir anlaşalım istedim, ben sadece neden müslüman olduğumun sebeplerini açıklayacağım bu yazıda. Bu sayede belki kafanızda soru işaretleri varsa onlardan birkaçına cevap bulabilirsiniz, belki de yeni soru işaretleri oluşur kafanızda ki bu daha da iyi bir şey bana kalırsa. Burada Kuran hakkında daha önce keşfedilmemiş şeyleri de dile getirmeyeceğim. Sadece bana mantıklı gelen ve aksi ispat edilemeyen ayetlerden örnekler vereceğim, sizin için de kolaylık olacaktır bu kadar şeyin bir arada, tek bir yazıda bulunması. Neyse, ben ufaktan konuya girizliyorum kaynatasızlar.


Allah rüzgârlardan birçok ayette bahseder ve genellikle rüzgârları "yağmurları müjdeleyici" olarak tanımlar. Fakat bir ayet var ki, orada rüzgâra çok ilginç bir sıfat verilmiş durumda.


Hicr suresi 22. ayet:


"Ve aşılayıcılar olarak rüzgarları gönderdik..." - Ali Bulaç meali

"Bir de aşılayıcı rüzgarlar gönderdik..." - Elmalılı Hamdi Yazır meali
"Rüzgârları dölleyiciler olarak gönderdik..." - Yaşar Nuri Öztürk meali

Bu ayette "aşılayıcı/dölleyici" manasına gelen sözcük "levâkıha"dır. Benim Arapçam yok tabi, bilen bir arkadaşıma sordum. Bu kelimenin kökü "lagaha"dır ve bu kelimenin de aşılamak, döllemek, hamile bırakmak gibi anlamları vardır. Yani ha aşılayıcı, ha dölleyici, pek de bir farkı yok fakat yine de emin olmak istedim bu kelimede sahiden de spesifik olarak "döllemek" anlamı var mıydı diye. Gördüm ki varmış.


Peki ne demektir aşılayıcı veya dölleyici rüzgâr? Bunu zaten birçoğunuz gördüğünüz anda anladınız fakat yine de izah edeyim sevgili kaynatasızlar.


Çiçekli bitkilerde de cinsiyet vardır ve bu bitkilerin üremesi, polenlerin rüzgârlar aracılığıyla uçuşarak dişi üreme organına yerleşmesiyle gerçekleşir. Tabi böcekler ve arılar da bunu yapabilirler fakat dersimiz fen bilgisi değil evladım, burada kilit nokta, rüzgârın bitkilerin üremesinde bir aşılayıcı/dölleyici görevi görmesidir.


Şimdi size bu blog'da ismini pek çok kez andığım, spiritüalizm ile İslam'ı birleştirme çabasında olan Ahmet Hulusi'nin, hicr suresi 22. ayeti tefsirini vereyim. Aynen kendisinden alıyorum:


"Biz rüzgârları (fikirleri), aşılayıcılar (yeni düşünceler - buluşlar oluşturucu) olarak irsâl ettik. " - Ahmet Hulusi tefsiri


Sevgili Ahmet Hulusi, Batman Dark Knight'ı fazla mı seyrediyorsun arkadaşım sen? Bu nasıl bir hayal gücü?


Ne fikir aşılaması, ne düşüncesi, ne buluşu? Yani Kuran'ı yorumlarken tabi ki de farklı görüşler ortaya sunabilirsiniz, değişik açılardan yaklaşıp minik sürprizler yapabilirsiniz, fakat bu nedir arkadaş? Kuran, bir mecazlar kitabı değildir, söylenenler nettir. Bu sebeple ben "parantez" kullanılan meal okunmasından yana değilim, zira o paranteze çeviren kişi kendi anladığını ekler ve sizi bambaşka yerlere kaydırabilir. Şekil a'da görüldüğü gibi.


Neyse biz konumuza dönelim.


Ve ayrıca Kuran, yine toprakta yetişen bazı canlıların, yani bitkilerin bazılarının cinsiyetinin olduğunu da bir başka ayette vurgular.


"Şanı yücedir o Allah'ın ki toprağın bitirdiklerinden, onların öz benliklerinden ve nice bilmediklerinden bütün çiftleri yaratmıştır." - Yasin 36


"Yeryüzünü size beşik yapan, onda sizin için yollar açan, gökten su indiren O'dur. Biz o suyla çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık." - Taha 53


Hicr suresinin 22. ayeti ile Yasin 36 ve Taha 53, aslında birbirini son derece tamamlayıcı ayetlerdir. Zira rüzgârın bitkiler arasında "dölleyici/aşılayıcı" özelliğe sahip olabilmesi, çiçekli bitkilerde erkek ve dişi organlar bulunması sayesindedir.


Fakat unutulmaması gereken nokta şu ki, bu ayetlerde tüm canlıların "çift" olduğu söylenmemektedir.


Şimdi yine "nüansa" dikkat etmeniz gereken bir nokta var. Bu dünya, bir zıtlıklar dünyasıdır. Allah tabi ki de bir şeyi var etmek için onun zıttına muhtaç değildir, örneğin cennette sadece iyi vardır ve kötü yoktur. Fakat bu dünyanın ve evrenin yaratılışında sürekli zıtlıklar vardır. İyi-kötü ile, karanlık-aydınlık ile, güzel-çirkin ile, gece-gündüz ile vardır ve bu böyle sürüp gider. Hatta mikroya indiğimizde atomlarda bile + ve - yüklü tanecikler vardır, zira bu dünya zıtlıklar dünyasıdır. Zariyat suresinde de bu durumdan bahsedilir:


Zariyat 49 - "Ve Biz, her şeyi iki çift yarattık. Umulur ki, öğüt alıp-düşünürsünüz."


Burada "iki çift" olarak çevrilen kelime "zevceyni"dir. Yukarıda verdiğim Yasin 36 ve Taha 53 ayetlerinde "çift" için kullanılan kelime de yine "zevc"in çoğulu olan "ezvace" kelimesidir. Burada dikkat etmeniz gereken nokta şudur: "Zevc" kelimesi sadece cinsiyet için değil, herhangi bir şey için de kullanılır. Örneğin sol ayağınızdaki ayakkabi, sağ ayağınızdaki ayakkabının "zevc"idir. Yani zevc kelimesi her türlü "çift" için kullanılır. Zevc, cinsiyet olarak çiftliği de kapsar, fakat sadece cinsiyet çiftliği demek değildir.


Zariyat 49 ayetinde de "min kulli şey'in halaknâ" yani "her şeyden yarattık" ifadesi kullanıyor, yani aklınıza gelebilecek her şeyden, her kavramdan, her durumdan... Bu ayette "her canlıdan çift yarattık" gibi bir ifade kullanılmamaktadır. Tek cinsiyetli canlılar bulunduğu için bu ayette hata olduğunu ileri sürenler, konuyu sadece "canlılara" indirdikleri için bu yanılgıya düşüyorlar. Fakat ayette canlılıktan değil, bütün evrenin tabiatındaki "çiftlerden", ikili sistemden ve zıtlıklardan bahsedilmektedir. Bu yanılgıya düşmeleri normal, zira bu ayetin diyanet mealinde bile şu manzarayla karşı karşıya geliyorsunuz:


"Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık"


Oraya kafalarına göre bir parantez ekleyip erkeği dişiyi eklemiş adamlar. Bu ayette erkeklikten ve dişilikten bahsedilmemektedir. Siz zaten diyaneti boşverin, ben Kuran'ı diyanet mealinden okusam ateist olabilirdim.


Neyse.


Sevgili kaynatasızlar, Kuran'da x suresinin y ayetinde sorulan bir soruya, z suresinin t ayetinde cevap verilir. Bunlar Kuran'ın "bütünsel" bir kitap olmasından kaynaklanır. Unutulmaması gereken nokta şudur, Kuran ayrı ayrı, ayet ayet bir kanunlar kitabı değildir. Kuran'da tek bir kanun vardır, o da Kuran'ın kendisidir.


Misal a ve b diye iki ayet olduğunu ve bu ayetlerin de ayrı ayrı surelerde olduğunu varsayalım.


a- Bütün elmalar tatlıdır.

b- Fakat bir tek yeşil elma ekşidir.

Eğer Kuran'daki ayetleri ayrı ayrı kanunlar olarak algılarsanız, bu durumda elinizde çelişki dolu bir kitap olur ki bu durumun adına "ayet cımbızlama" denir. Fakat Kuran'ı ayrı ayrı a ve b olarak ele almak yerine a+b olarak, yani bütünsel bir kitap olarak okursanız, bu durumda göreceksiniz ki Kuran'ın söylediği şudur:


a+b = Bütün elmalar tatlıdır fakat bir tek yeşil elma ekşidir.


Şimdi hayali örnekleri bırakıp, Kuran'ın kendisinden bir örnek vereyim. Birazdan vereceğim ayette "çelişki" olduğu iddia ediliyor:


Enam 151:

De ki onlara: "Hadi gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını yüzünüze karşı okuyayım: Hiçbir şeyi O'na ortak koşmayın. Ana-babaya çok iyi davranın. Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin; biz sizi de onları da rızıklandırırız. Kötülüklerin görünenine de gizli kalanına da yaklaşmayın. Allah'ın saygın ve aziz kıldığı cana, bir hakkı savunmak dışında kıymayın. Allah size bunları önerdi ki, aklınızı işletebilesiniz."

Bu ayette var olduğu iddia edilen çelişki şudur: Hem haram olanları, yani yasak olanları söyleyip, hem de "Ana-babaya çok iyi davranın" deniliyor. Bu ayetin tamamen "size yasak olanları söylüyorum: x'i yapmayın, y'yi yapmayın" şeklinde olması gerekiyordu. Yani "ana-babaya kötü davranmayın" veya "ana-babaya eziyet etmeyin" şeklinde bir şeyin emredilmesi gerekmez miydi?


Bu ayeti eğer ÖSS'de anlatım bozukluğu sorusu çözme kafasıyla okursanız, böyle bir çelişki olabileceğini düşünebilirsiniz. Fakat gelin Kuran'ın diğer ayetlerinden ana-babaya nasıl davranılması gerektiğin bulalım.


Nisa 36:  "Ana-babaya iyi ve güzel davranın."

İsra 23: - "... anaya-babaya çok güzel davranın: Onlardan birisi yahut her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına gelirse sakın onlara "Öf!" bile deme; onları azarlama, onlara tatlı-iltifatlı söz söyle.

Kuran'ın öğütlediği, ana babaya iyi davranılması ve onlarla ilgilenilmesi gerektiğidir. Bu hem yukarıdaki ayetten, hem de Kuran'ı okuduğunuzda göreceğiniz diğer ayetlerden görülebilir. Hatta anne ve babaya bir "of!" demek bile yasaklanıyor, daha ne olsun? Anne ve babaya itaat etmemenizi gerektiren sadece tek bir durum vardır, o da anne ve babanızın sizi yanlış bir dine yönelmeniz için üstünüzde baskı uygulamalarıdır. Fakat böyle bir durumda bile onlara iyi davranmak zorundasınızdır:


Lokman 15 -  "Anne ve baban, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seninle mücadele ederlerse ikisine de uyma. Ancak dünyada onlara iyi davranmalısın..."


Şimdi çelişki olduğu iddia edilen ayete yani Enam 151'e ve o ayette haram kılınanlara bakalım.


1- Allah'a ortak koşmak: Bir insan Allah'a ya ortak koşar, ya da koşmaz. Bu durumun bir "ortası" yoktur. Bu nedenle "Allah'a ortak koşmayın" denilebilir.

2- Çocukları veya insanları öldürmek: Bir insanı "biraz öldürmek" gibi bir şey mümkün değildir. Bir insanı ya öldürürsünüz, ya da öldürmezsiniz. Bunun da bir "ortası" yoktur, bu nedenle "haksız yere bir insanı öldürmeyin" denilebilir. Tabi ki bir insanı ağır şekilde yaralayabilirsiniz de, fakat burada sakınılması gereken fiil "öldürmek"tir ve onun bir ortası yoktur, bu nüansa dikkat.
3- Ana-babaya kötü davranmak: Bu durumun bir ortası vardır. Eğer anne ve babanızı hiç arayıp sormaz, yüzlerine bile bakmazsanız, bu durumda onlara bir kötülük, bir eziyet yapmış olmazsınız. Yani Kuran eğer sadece "ana-babaya kötü davranmayın" deseydi enam suresinin 151. ayetinde, bu durumda ana-babaya karşı "nötr" olmak, onların haliyle hiç ilgilenmemek de öğüt verilmiş gibi olacaktı. Halbuki bu, Kuran'ın bütününe bakıldığında tavsiye edilebilir bir şey değildir.

Yani sizin anlayacağınız, içerisinde çelişki olduğu iddia edilen ayet, aslında Kuran'ın ne kadar zarif olduğuna bir örnektir.


Zaten Kuran'da da, hayatta da bir konu hakkında sadece 1 doğru vardır. Birbiriyle zıt şeyler aynı anda doğru olamaz. Gerisi insanların farklı bakış açılarından kaynaklanır. Eğer doğru bakış açısını tutturursanız, söylenilen tek doğruyu da fark edebilirsiniz. Tıpkı enam suresinin 151. ayetinde olduğu gibi.


Kuran için "bir bilim kitabı değil" denilir ki ben de katılıyorum buna. Neden olsun ki? Kuran öncelikli olarak bir yol gösterici ve rehberdir. Burada önemli olan husus, Kuran'ın getirdiği izahların veya verdiği örneklerin, gerçeklere uygun olmasıdır. Bu bilim ile dini karşı karşıya getirme merakı hakkında da bir iki çift laf edeceğim zaten, fakat önce söylemem gerekenler var, uzun bir yazı olacak az bekleyin hele.


Şimdi gelelim Kuran'ın gerçeklere uygun olarak verdiği örneklerden birine:


Neml 88: "Sen dağlara bakar da onları donuk-durgun görürsün. Oysaki onlar, bulutların dolaştığı gibi dolaşmaktadır. Her şeyi güzel ve yerli yerinde yapan Allah'ın sanatıdır bu! Yaptıklarınızdan gereğince haberdardır O!"


Hani diyordum ya bakış açısına göre farklı yorumlanamayacak ayetler var diye, işte bu ayet de onlardan biridir. Zira dininiz veya görüşünüz ne olursa olsun, durgun gözüken dağlar hareket etmektedir.




Solda Dünya'daki kara parçalarının bundan milyonlarca yıl önceki hali vardır. Tabi yukarıdaki şekiller "tahmini"dir, fakat bunun konumuz üzerinde bir rolü yoktur. Sonuç olarak dağlar ve karalar hareket halindedir.

Kuran'ın getirdiği izah, yani "dağların durgun göründüğü halde bulutlar gibi hareket halinde olması" gerçeklere birebir uymaktadır.


Eğer bakış açısı katmak istiyorsanız, dağların hareket halinde oluşuna getirilecek bir ek yorum da, dünyanın dönüyor olmasıdır. Fakat bana kalırsa bu durumda İLK olarak vurgulanan şey, karaların hareket halinde olmasıdır.



Ankebut suresinden 2 ayet örneği vereceğim. "Ankebut" dişi örümcek demektir, bunu bir aklınızda bulundurun sevgili kaynatasızlar:


Ankebut 41: "Allah'ın berisinden veliler edinenlerin durumu, bir ev edinen dişi örümceğin durumuna benzer. Ve evlerin en güvensizi/en zayıfı elbette ki, dişi örümceğin evidir. Keşke bilselerdi!"


Ankebut 43: "Bunlar bizim, insanlara vermekte olduğumuz örneklerdir ki ilim sahiplerinden başkası onlara akıl erdiremez."


Allah ankebut 43'te neden böyle diyor sizce? Allah anlaşılmak mı istemiyor yoksa? Hayır, Allah burada, birkaç ayet önce verdiği örneğin sadece onun ne olduğunu bilenler tarafından anlaşılabileceğini söylüyor.


Karadul örümceği neden o ismi almıştır? Eğer bunu biliyorsanız, yukarıdaki 2 ayette neyin kastedildiğini de biliyorsunuz demektir. Karadul örümceğinin dişisi cinsel birleşmeden sonra erkeğini yer. Evet, bildiğin yer. Kuran'daki "evlerin en güvensizinin dişi örümceğinin evi olması" lafı ile örneklenen durum budur. Ankebut suresinin 41. ayetinin öylesine verilmiş ve hasbelkader doğru tutmuş bir örnek olamayacağının delili ise 43. ayettir. Zira bu 43. ayette açık açık "bu örneğin sadece ilim sahipleri tarafından anlaşılabileceği" söylenir.


Eğer bu durum ankebut 43'te belirtilmeseydi, karadul örümceğiyle bir paralellik kurmanın "zorlama" olacağını düşünebilirdim. Fakat bu haliyle taşlar yerine o kadar güzel oturuyor ki.


Şimdi konuyu bambaşka bir yere çevireceğim. Zamanın izafi/göreli olması nedir bilir misin kaynatasız? Ben de fizik profesörü değilim ama iki kelam da edebilirim bu konuda.


Einstein'a kadar zamanın her hâl ve koşulda aynı hızda aktığı zannediliyordu. Fakat bugün biliyoruz ki, ışık hızında hareket eden bir cisim için zaman durur. Hatta zaman farkının olması için ışık hızına da gerek yoktur, zira hareket hızı arttıkça zaman daha yavaş akar. Şöyle bir örnek vereyim, Einstein'dan önce evindeki yatakta uzanan bir insanın 1 saati ile, uçakta yolculuk yapmakta olan bir hostesin 1 saatinin aynı olduğunu zannediyorduk. Fakat bu iki kişi için zaman aynı hızda akmamaktadır. Uçakta yolculuk yapan hostes, evinde yatmakta olan kişiye göre daha az yaşlanır. Tabi buradaki fark saniyenin bilmem kaç milyarda biri gibi bir farktır, önemsenmez. Sürekli uçak yolculuğu yaparak/hareket ederek az yaşlanmak gibi bir şey söz konusu değildir, en azından şu an için. Fakat önemli olan nokta, çok az da olsa bu iki zaman akışı arasında farkların olmasıdır. Bu, Einstein ile ortaya çıkmış bir gerçektir.


Yani bu durumu bir örnek ile özetleyebilirsek şöyle diyebiliriz, eğer ben ışık hızına yakın bir hızda veya ışık hızında hareket edebilseydim, benim 1 yılım, dünyada günlük işlerini yapmakta olan insanların kat ve kat fazla yıllarına denk düşecekti. Yani benim 1 yılım, sizin saymakta olduğunuz uzun yıllara denk gelecekti.


Peki şimdi size Kuran'da, zamanın izafi oluşuna örnekler verildiğini söylesem?


Secde 5: "İş ve oluş, sizin 1000 yıl saymakta olduğunuz 1 günde yine O'na yükselir."

Mearic 4: "Melekler ve Ruh, süresi 50.000 yıl olan bir günde O'na yükselir."

Bu ayetleri "ne yani, ben 2012 yılında bir suç işlesem, Allah bu olaydan 3012 yılında mı haberdar olacak?" şeklinde yorumlayan akıl küpü insanlar var, ciddiyim ehehe. Fakat bu iki ayet, zamanın göreceli oluşuna verilmiş mükemmel örneklerdir. Mearic 4'te "ruh" denilen şey Cebrail'dir. Fakat esas dikkat edilmesi gereken nokta, burada 50.000x365,25 büyüklüğünde bir zaman farkı vardır. Yani bu, Cebrail'in ve meleklerin çok yüksek hızda hareket ettiği anlamına gelir. Aynı şekilde Secde suresinin 5. ayetine göre, iş ve oluşun Allah'a ulaşma hızları da çok ama çok yüksek hızlardır. Allah, iş ve oluşlar ile meleklerin kendisine ulaşma hızını, zaman üzerinden açıklamıştır ve bu sürelerin bize 1000 yıl veya 50.000 yıl gelen 1 gün olduğunu söylemiştir. Einstein'ın özel izafiyet teorisine uygun olarak, hızlar yükseldikçe zamanlar arasında da farklar oluşmaktadır. Ve buradaki hızlar çok yüksek olduğundan, farklar da çok yüksektir.


Bu ayetler de pek fazla yoruma açık ayetler değildir, yani inancınız ne olursa olsun, bu iki ayette zamanın izafi oluşuna örnekler verildiğini onaylamak durumundasınız.


Neyse, şimdi konuyu biraz değiştiriyorum. Sonra ben incil'e de baktım bunun gibi ayetler var mı diye. Her ne kadar tahrif edilmiş de olsalar, aralarında Kuran'la benzer ayetler çıkmakta incil versiyonlarının. Tüm incilleri teker teker tarayamadım doğal olarak, fakat şunu buldum:


2 Peter 3:8 But do not forget this one thing, dear friends: With the Lord a day is like a thousand years, and a thousand years are like a day.


Meali: Bir şeyi unutmayın dostlar, Tanrı ile bir gün 1000 yıl gibidir ve 1000 yıl da bir gün gibidir.


Sizce bu ayette zamanın izafiliğinden mi bahsediliyor?


Ben bu incil ayetinde, yukarıdaki Kuran ayetlerinde olduğu gibi zamanın izafi oluşuna dair net bir açıklama, örnekleme vs göremedim. Bu incil ayetinde söylenmek istenen şey açıkçası şudur: Tanrı'nın gücü her şeye yeter.


Yukarıdaki incil ayetine benzer bir Kuran ayeti de var aslında, fakat kesinlikle aynı şeyden bahsetmiyorlar. Hemen ayeti veriyorum


Hac 47: "... Rabbinin katındaki bir gün, sizin saymakta olduğunuzun bin yılı gibidir."


Bu ayette, ahiret evrenindeki bir günün, dünyadaki 1000 yıla denk olduğu izah edilir. Bu tabi ki Allah'ın kendisini kapsamaz, bu durum Allah'ın yaratmış olduğu kullar için geçerlidir. Allah zamanın ötesindedir (zamandan münezzehtir). Yani bu noktada "her şeyi Allah yarattı, peki Allah'ı ne yarattı?" sorusunun mantıksızlığı da ayyuka çıkar. Zira bu soru, zamanı Allah'tan üst bir konumda tutar. Oysaki zaman da Allah tarafından yaratılmıştır ve dolayısıyla Allah'ın öncesi veya sonrası yoktur. Yani zaman ve mekân da birer yaratıktır. Her neyse, ayete geri dönecek olursak... Cennet veya cehennemdeki kullar için 1 gün, bu dünyadaki 1000 yıla denk düşer. Ve işte, lütfen buradan sonrasına dikkat edin ve zihninizi açık tutun. Zira bambaşka surelerdeki bambaşka ayetlerin nasıl birbiriyle anlam ve mantık olarak örtüştüğüne kendi gözlerinizle şahit olacaksınız.


Yunus 45: "Onları huzuruna toplayacağı gün, gündüzün bir saatinden başka, dünyada durmamış gibidirler"


Ahkaf 35: "Tehdit edildikleri azabı gördükleri gün, gündüzün sadece bir saati kadar yaşamış gibi olurlar."


Ahirette yeniden yaratıldığımızda, bize dünyadaki tüm hayatımız "gündüzün 1 saati kadar"mış gibi gelecektir. Zira o an içerisinde bulunduğumuz ahiret evreninin 1 günü, dünyanın 1000 yılına bedeldir. Yani bu durumda insanların dünyada kaldıkları süre, "1000 yılın sadece çok ufak bir kısmı" şeklinde tanımlanıyor Allah tarafından. Bu da bir insan ömrünü makul düzeyde açıklıyor.


Yalnız yine dikkat etmeniz gereken bir nokta var ki, yukarıdaki yunus 45 ve ahkaf 35 ayetlerini, Allah kendi ağzından söylemektedir. Yani bu ayetlerdeki bilgi kesin ve net doğrudur, insanların büyük bir kısmı kendilerinin gündüzün 1 saati kadar yaşadıklarını zannedecektir. Şimdi gelin bu durumu, Allah'ın "kulların ağzından" aktardığı ayeti görelim. Bu ayet müminun suresinin 113. ayetidir.


112 (Allah) Buyurur: "Yeryüzünde yıllar sayısıyla ne kadar kaldınız?"

113 (Kullar) Derler: "Bir gün yahut günün bir kısmı kadar; sayanlara sor."
114 (Allah) Buyurdu: "Sadece birazcık kaldınız. Keşke biliyor olsaydınız."

Burada ahirette sorguya çekilen kullar, kendilerinin bir gün veya bir günün bir kısmı kadar kaldıklarını söylemektedirler. Tabi ki burada, bu dünya ve ahiret evreni arasında bir paradigma kayması yaşayan kulların yanılma payı olabilir ve verdikleri cevap "kısmen" doğru olabilir. Verdikleri "bir gün veya bir günün bir kısmı kadar" cevabını ise Allah, yukarıdaki yunus 45 ve ahkaf 35 ayetlerine uygun olarak "Sadece birazcık kaldınız, keşke biliyor olsaydınız" şeklinde yineliyor.


Fakat eklenmesi gereken bir nokta var, burada birden fazla kula soru soruluyor ve cevap veren kullar da halilyle birden fazladır. Bu durumda bu kullardan bazılarının "bir gün kadar kaldık", bazılarının ise "günün bir kısmı kadar kaldık" şeklinde cevap verdiği de anlaşılabilir.


Peki "bir gün kadar kaldık" diye cevap veren insanların olması saçma değil mi? Bu durumda dünyada 1000 sene kadar yaşamış olduklarını mı zannediyorlar? İşte şimdi dikkat:


Ankebut 14 - "Yemin olsun, biz Nûh'u toplumuna göndedik de o onların arasında bin yıldan elli yıl eksik kaldı. Sonunda onları tufan yakaladı. Çünkü zalimlerdi onlar."


Nuh, toplumu arasında 950 yıl kadar yaşamıştır.


Buradan iki sonuca varılabilir:

1- Bu, Nuh'a özel bir durumdur ve sadece o bu kadar uzun süre yaşamıştır (ki bu düşük bir ihtimal)
2- O dönemin insanları gerçekten de 1000 yıl kadar yaşayabiliyorlardı.

Eğer 950 yıl yaşamak sadece Nuh'a özel bir durum olsaydı, bu durumda o toplumda Nuh'un herkes tarafından peygamber kabul edilmesi gerekmez miydi? İlk ihtimali doğru kabul edersek ortada bir tuhaflık olmuyor mu? Bu durum muhtemelen önceki toplumlarda yaşam süresinin daha uzun olabildiğine işaret eder. Kuran'ın bazı ayetlerinde de geçmiş medeniyetlerin bilim, sanayi ve yapı olarak ileri seviyelere ulaştıkları belirtilir.


İşte bu nedenle Kuran'ın "bütünsel" bir kitap olduğu unutulmamalıdır. "Kuran'da detay yoktur" diyenler de bir zahmet çay demlesinler ki o konuya daha sonra geleceğim. Çaya değil yani, Kuran'ın detaycılığına.


Kuran'ın bütünselliğinden devam ediyorum. Farklı iki suredeki, farklı iki ayet arasındaki bütünlüğe bakın şimdi sevgili kaynatasızlar.


İsra 42 - De ki: "Eğer onların dediği gibi Allah'la beraber ilahlar olsaydı, o zaman onlar arşın sahibine varmak için elbette bir yol ararlardı."


İsra 42'de, Allah'tan başka ilahlar olduğunu ileri süren insanların, bu ilahları gökte arama yanılgısına düştükleri belirtiyor. Allah'ı gökte aramak için yollara başvurmanın da saçma bir yanılgı olduğunu Allah bir sonraki ayette (isra 43) "O, onların dediklerinden münezzeh, yüce ve hem de ölçüye sığmayacak kadar yüksektir" şeklinde belirtiyor. Yani bu ayette Allah'ın yüksekliğinin uzunluk cinsinden bir yükseklik olmadığı söyleniyor. Tamam, buraya kadar şaşılacak bir şey yok, bu sadece çok tanrılı dinlere inanan insanlara yapılan ve Allah'ın maddeleştirilmemesi gerektiğini söyleyen bir uyarıydı. Esas aradaki bağlantıyı kurmanızı istediğim ayet, Mümin suresinin 36 ve 37. ayetlerindedir.


Mümin 36 - Firavun dedi ki: "Ey Hâmân, sebeplere ulaşabilmem için bana yüksek bir kule yap!"

Mümin 37 - "Göklerin sebeplerine ulaşırsam, Mûsa'ın tanrısına da ulaşırım." ...

isra 42 ayetinde söylenenleri, mümin 36 ayetinde firavunun aynen yaptığını görüyoruz. Yani insan aslında öyle sade bir şekilde programlanmıştır ki, çok tanrıya inanıyorsa, göklerin tanrısına ulaşmak için birtakım yollara başvuracaktır. Tıpkı firavun örneğinde görüldüğü gibi.


Bu son verdiğim örnekler tabi ki de bir ateist veya agnostik için Kuran'ın Allah'ın kitabı olduğunu ispatlamaz. Zaten bu yazıda herhangi bir ispat çabasında bulunmayacağımı söylemiştim. Bu son iki örneği Kuran'ın "bütünsel" bir kitap oluşunu izah etmek için verdim. Zira bu ayetlerin iniş süreleri arasında muhtemelen senelerce farklar vardır ve detay konular olmalarına rağmen aralarında kusursuz bir anlam bütünlüğü vardır.


İnsanlardaki göklerin Tanrısı'na ulaşma merakının bir göstergesi de Babil Kulesi'dir.




Bu, Babil Kulesi'nin temsili resmidir ve Babil Kulesi, "Tanrı'ya ulaşmak için" inşa edilmiştir.


Peki Firavun'un Kuran'da yaptırılmasını emrettiği kule Babil Kulesi midir? Bilmiyorum, zira coğrafi olarak bu kulenin Mısır dolaylarında yaptırılması daha mantıklı olurdu. O nedenle Kuran'da Babil Kulesi'nden bahsediliyor diyemem, fakat yine de emin olamayız. Sonuç olarak Babil Kulesi, çok tanrı veya pagan inancına sahip kişilerde görülen Tanrı'ya ulaşma merakının bir sonucudur. Yani İsra 42'de belirtildiği gibi.


Şimdi yine konuyu değiştiriyorum ve Ay'ın hem Güneş'ten, hem de yıldızlardan farklı bir yapıda olduğunu gösteren ayetlere geçiyorum.


Nuh Suresi 16 "Ve Ay'ı, bunlar içinde bir nur yaptı ve Güneş'i bir kandil haline getirdi."


Kandil nedir hepimiz biliyoruz sanırım. Bu ayette açıkça Güneş'in bir ısı ve ışık kaynağı olduğu söyleniyor ve bunu bilimden bihaber bir insan bile gözlemle fark eder. Fakat neden Ay için "ışık kaynağı" denmiyor da "nur" ifadesi kullanılıyor? Nur, burada "yansıtılan ışığı" temsil etmektedir.  Fakat esas ilginçlik, yıldızlar ile Ay çok farklı sıfatlarla anılırken, yıldızlar ile güneşin çok benzer sıfatlarla anılmasında yatıyor.


Saffat Suresi 6    Biz o yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsleyip donattık. (bu ayette en yakın göğü süsleyen şeyin yıldızlar olduğu bilgisi veriliyor, fakat en yakın göğü süsleyen bu yıldızların özelliklerinin ne olduğu aşağıdaki ayette)


Mülk 5 - Yemin olsun ki, biz en yakın göğü kandillerle süsledik ve onları şeytanlara ateş taneleri yaptık. O şeytanlar için çılgın ateş azabını da hazırladık.


Mülk 5 ayetinde yıldızlar için "kandiller/lambalar" anlamına gelen "bi mesâbîha" sözcüğü kullanılıyor.


Bu ayette yıldızların ısı ve ışık kaynağı vurgusu öyle bir yapılıyor ki hatta "biz o yıldızları şeytanlara ateş taneleri yaptık" denilerek yıldızların cehennemi andıran bir alevli yapıya sahip oldukları belirtiliyor.


Evet, Ay'ın Güneş'ten gelen ışığı yansıttığı, astronomiden habersiz bir toplumda ufak bir ihtimal de olsa sadece gözlemle de ulaşılabiecek bir sonuç olabilir. Fakat nasıl oluyor da yıldızlara Ay ile benzer sıfatlar verilmiyor ve aksine, yıldızların güneş ile benzer olduğu söyleniyor, ben bu noktada tıkanıp kalıyorum.


Neyse, daha aldığım çok not var, o yüzden bu yazıyı dikkatle okuyun kaynatasıyla dans ettiklerim.


Enbiyat 30 - "... Her canlı şeyi sudan oluşturduk..."


Her canlı suya muhtaçtır ve her canlının yapısında su vardır. Bu ayet için uzun uzun fikir yürütmeye gerek duymuyorum açıkçası. Her şey olabildiğince açık.


Yasin suresinin 39. ayeti üzerinde biraz beyin fırtınası yapacağım canlar. Şimdi aynı ayeti birkaç farklı mealden vereceğim, lütfen üşenmeden okuyun.


"Ay'a gelince, biz onun için de birtakım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda o, eski bir hurma dalı gibi döner." - Ali Bulaç meali

"Ay için de birtakım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner." - Diyanet meali
"Ay'a gelince, biz onun için de bir takım durak noktaları/birtakım evreler belirledik. Nihayet o, eski hurma sapının eğrilmişi gibi geri döner." - Yaşar Nuri Öztük

Burada diyanet mealini ibret-i alem olsun diye koydum. Ben kesinlikle "parantez" kullanılmayan meallerin okunmasından yanayım, zira o parantezlerde çeviriyi yapan insanlar "kendi" anladıklarını, "kendi" yorumlarını kullanıyorlar ve bu kimi zaman yanlış sonuçlar doğurabiliyor. Zira diyanet mealinde belirtildiği gibi bu ayette hilalden falan bahsedilmemektedir.


Şimdi, öncelikle ayetin ilk cümlesini ele alalım "Ay için bir takım durak noktaları/evreler belirledik" deniyor. Peki Ay'ın durak noktalarını birleştirdiğinizde ne elde edersiniz? Aynı soruyu değişik şekilde sorayım: Ay'ın evreleri ne zaman oluşur?


Ay, yörüngesinde tam bir tur döndüğünde.


Peki şimdi sizlere Ay'ın yörüngesini göstermek istiyorum, Google'da karşıma çıkan ilk resimlerden birini aldım:





Gördüğünüz üzere Ay'ın evreleri (dolunay, hilal, ilkdördün, hedehödö vs) Ay, dünya etrafındaki yörüngesini tamamlarken oluşur. Esas dikkatinizi çekmek istediğim nokta, Ay'ın yörüngesinin şeklidir. Bu yörünge kesinlikle tam bir daire şeklinde değil, eliptiktir.


Peki ayetin ikinci kısmındaki "Ay, eski ve eğri bir hurma dalı gibi geri döner" ifadesi neyi anlatmaktadır?


Eski ve eğri hurma dalı demek, ağacından koparılmış, kurumuş, odun haline gelmiş eski bir dal değildir. Eski ve eğri hurma dalı; meyveleri yeterince olgulanmış ve bu meyvelerin ağırlığından ötürü sarkmış dal demektir.


Bu durumda yine Google'da karşıma çıkan ilk hurma dalı resimlerinden bazılarını göstermek istiyorum.






Eğer bu "eski ve eğri" hurma dallarını, gövdelerinden ilk çıktıkları noktadan uç noktalarına kadar alıp, aynı gidişat şekilleriyle 360 dereceye tamamlayacak olursanız, Ay'ın yörüngesinin şeklini elde edersiniz.


Şimdi ben bu ayeti eski dönemlerde "hilal" diye tefsir edenlere bir şey demiyorum. Adam ne bilsin Ay'ın yörüngesini. Bakıyor Ay'a, sonra da ayete bakıyor, "hmm galiba burada hilali anlatıyor" diye düşünüyor, eyvallah. Fakat artık 2012 yılında bu ayette hilalin anlatıldığını söyleyenlere de yuh diyorum, ayıptır la. Şunu da belirtmek isterim ki, sadece bu ayetten yola çıkarak söylemiyorum, Kuran'ı diyanet mealinden okumayın. Lütfen. Yani durum o kadar komik ki, Arapça bilmeyen halimle bile zaman zaman çeviri hatalarını yakalayabiliyorum diyanetin mealinde.


Şimdi biraz Tarık suresinden ayet örnekleri vereceğim. Kuran'daki en ilginç surelerden biri Tarık suresidir zira.


Tarık 1 - Göğe ve Tarık'a (vuruşluya) andolsun,

Tarık 2 - Tarık'ın ne olduğunu nereden bileceksin?
Tarık 3 - Delen yıldızdır.

Tarık suresinin 3. ayetini çoğu mealci parantez kullanarak "ışığıyla karanlığı delen yıldız" şeklinde çevirmektedir. Fakat bu ayetin orijinal halindeki kelimelere baktığımızda ne ışıktan, ne de karanlıktan bahsedildiğini görüyoruz.


Tarık suresi 3. ayet: En necmus sâkıb


Arapça sözlükten kelimelerine baktığımızda ise yine karanlıktan ve ışıktan bahsedilmediğini göreceğiz:


en necmu (necm): yıldız

es sâkıbu: delen

Bu "en necmu es sâkibu" ifadesinin tefsirlerde/yorumlarda birçok kişi tarafından "ışığıyla karanlığı delen yıldız" şeklinde yorumlanmasının sebebi, tefsir yapan kişilerin "delmek" ve "yıldız" arasında başka bir bağlantı kuramamasından kaynaklanmaktadır. Şunu unutmayın ki "tefsir" demek, Kuran çevirisi demek değil, Kuran'ın kişi veya kişilerce yorumlanmasıdır. Bu da tefsirlerin Kuran olmadığı, sadece bir yorumdan ibaret olduğu anlamına gelir. Nasıl ki ben burada kendi çapımda yorumlarda bulunuyorsam...


Peki gerçekte delen yıldız nedir?


Büyük kütleli yıldızlar ömürlerini tükettiklerinde ya pulsar olurlar, ya da kara delik.


Ayrıca "Tarık" birçok mealde özel isim gibi "Tarık" olarak bırakılmış ve anlamıyla çevrilmemiştir. Oysaki Tarık "vurmak, çarpmak" anlamlarına gelir.


Şimdi bu 3 ayette "Tarık" adı verilen gök cisminin özelliklerini sıralayalım


1- Vuruşlu olmak

2- Yıldız olmak
3- Delmek

Bu sıfatlara uyan tek gök cismi pulsarlardır.


Eğer eski bir yıldız olan pulsardan bir avuç madde alıp dünyaya bırakırsanız, bu madde dünyayı delip geçecek güce sahip olabilir.


Şimdi böyle anlatınca, insanlarda şu tepki doğuyor "peki Kuran bunları 1400 sene önce açıkladıysa, neden Pulsar diye bir gök cisminin var olduğu 50 yıl önce bulundu?". Kuran size iPhone'un nasıl üretileceğini açıklayan bir bilim&teknoloji dergisi değildir. Önemli olan husus, Kuran'ın getirdiği izahların gerçeklere uygun olmasıdır. Ve Kuran'daki bu pulsar tanımını okuyan birçok mealci, çevirici de zaten durumu anlamamış "herhalde burada yıldızın ışığıyla karanlığı delmesinden bahsediyor" şeklinde düşünmüştür. Zira ek olarak olarak 2. ayette de Tarık'ın (pulsar) zaten insanlar tarafından zor anlaşılabileceği vurgusu yapılmaktadır.


Yani ben aylarca, yıllarca ateist kaynakları okumuş biri olarak şunu söyleyebilirim ki, bu ayete anti-tez olarak sunabildikleri tek kaynaklar eski tefsirlerdir. Eski tefsirlerde pulsar'ın "ışığıyla karanlığı delen yıldız" anlamı olduğu sonucuna ulaşan yorumcuların yorumlarını, bu ayette pulsarın değil, göğe baktığımızda görebileceğimiz sıradan yıldızların anlatıldığına delil olarak sunuyorlar.


Ben eski yıllarda bu tefsirleri yapanları ayıplamıyorum, dönemlerinin bilimi içerisinde bu ayetleri o şekilde yorumlamış olmaları normal. Fakat artık yanlış olduğu alenen ortada olan bu yorumların anti-tez olarak piyasaya sürülmesinde büyük bir artniyet görüyorum. O nedenle siz kimseye kendiniz kadar güvenmeyin canlar, bu da bir dönem kafaları sıyırma noktasına gelen bir maykıl'ın tavsiyesidir.


Bu arada Tarık'ın pulsar değil, kara delik olduğunu iddia edenler de vardır, böyle bir görüş de var yani. Fakat "vuruşlu" ve "delici" özelliklere sahip olan bir yıldız daha çok pulsar tanımına uygundur. Son olarak bu konuda emin olduğum tek bir şey varsa, o da Tarık'ın havaya baktığımızda görebileceğimiz sıradan yıldızlardan biri olmadığıdır ehehe.


Yine Tarık suresinden devam ediyorum kaynatasızlar,


Tarık 11 - Dönüşlü olan göğe andolsun. (Ali Bulaç meali)

Tarık 11- Yemin olsun o, dönüşle/döndürümle dolu göğe, (Yaşar Nuri Öztürk meali)

Bu ayette gökteki gezegen ve uyduların yörüngelerinden bahsedildiğini düşünüyor olabilirsiniz. Fakat "dönüş, döndürüm" ile ifade edilen şeyden ben "yörünge" anlamından ziyade bir "döngü" anlamı çıkarıyorum. Bu ayette bahsedilen esas şey, gökteki su döngüsüdür. Dünyadaki sular asla ama asla yok olmaz, biçim değiştirip halden hale hale geçerler, buharlaşıp göğe yükselirler ve yağmur olarak yağarlar. Ardından yeryüzüne yağmur olarak damlayan bu sular tekrar halden hale geçer, en sonunda buharlaşır ve yağmur olarak yağmak üzere yeniden göğe yükselirler. Su döngüsü, dünyamızda -veya evrende- bulunan bir kısır döngüdür. Kuran'da göğün bu şekilde "dönüşlü" olduğunun belirtilmesi, çok ama çok büyük ihtimalle gökteki gezegenlerin yörüngelerinden ziyade, dünyamızdaki su döngüsünü anlatmaktadır.


Şimdi birazdan alıntı yapacağım ayeti, inançsız bir insan benim yorumlayacağım gibi yorumlamayabilir. Bu normaldir, fakat Kuran'ın Allah'ın gönderdiği bir kitap olduğuna inanıyorsanız bu açıdan da yorumlamanız gerekecek:


Yasin 80 - "O size, o yeşil ağaçtan bir ateş oluşturdu da siz ondan tutuşturup duruyorsunuz."


Farklı mealler vermeye gerek duymuyorum, zira bu ayetteki çoğu çeviri böyle.


Bu ayette sizce bir odunu yakarak ateş elde etmek mi betimleniyor?


Ben hiç öyle düşünmüyorum.


1- "Yeşil" ağaç vurgusu yapılıyor, bu da demektir ki bahsedilen ağaç yeşil yapraklı, klorofillere sahip bir ağaçtır.

2- "Yeşil ağaçtan oluşan ateş" ifadesi oksijeni temsil eder. Zira ortamda oksijen yoksa, yanma reaksiyonu da gerçekleşmez. Oksijenin olmadığı yerde bir çakmak bile yakamazsınız.
2- "Yakıyorsunuz/yakarsınız/tutuşturup duruyorsunuz" ifadelerinde bir süreklilik vurgusu vardır. Yani insanların sürekli bu işlemi uyguladıkları belirtiliyor.

Peki solunum nedir? Besinlerin oksijen sayesinde yakılması ve enerji elde edilmesidir.


Diyeceğim o ki, yasin suresi 80. ayet, insan solunumunu ve bu solunum için gerekli oksijeni anlatır.


Fakat dediğim gibi, bu bir yorumdur, isteyen bu ayetin sadece ağaçtan elde edilen odunun çakmakla yakıldığı anlamına da ulaşabilir. Fakat "yeşil ağaç" vurgusu yapılmışken ben böyle bir yorum yapmayı pek de doğru bulmuyorum.


Şimdi müminun suresinden 2 ayet vereceğim ki bu ayetler daha önce ne Tevrat'ta, ne İncil'de bulunur (orijinal hallerini bilemeyiz tabi). İnsanın ana rahminde oluşumunu açıklayan ilk ve tek kutsal kitap elimizdeki Kuran'dır. Özellikle altını çizdiğim kısımları lütfen dikkatle okuyun.


Müminun 13 - Sonra onu çok dayanaklı bir karargâhta bir damlacık yaptık.

Müminun 14 - Sonra o damlacığı bir embriyo halinde yarattık, sonra o embriyoyu bir et parçası halinde yarattık, sonra o et parçasını bir kemik halinde yarattık ve nihayet o kemiğe de bir et giydirdik. Sonra onu bir başka yaratılışta yeniden kurduk. Yaratıcıların en güzeli Allah'ın kudret ve sanatı ne yücedir!

İstediğiniz meale bakabilirsiniz. Allah bu ayette bir çiğnemlik et parçası olarak "mudga" kelimesini kullanır. Yani bu ayet o kadar nettir ki, bu ayetin yanlış bilgi verdiğini iddia etmek adına "mudga" kelimesinin "bir çiğnemlik et" demek olmadığını iddia edenler vardır. Ben bu tartışmaya hiç girmeyeceğim canlar, etimoloji profesörü değilim anasını satayım. Zira bu ayetteki esas şaşmaz ve kimse tarafından aksi ispat edilemez gerçek şudur:


Kuran'a göre anne karnındaki embriyonun oluşum sıraları şunlardır:


Et > Kemik > Et


Evet, embriyo önce bir et halindedir ve yapılan "bir çiğnemlik et" benzetmesi son derecede yerindedir.


Et halindeki embriyoda sonra kemikler oluşmaya başlar ve en nihayetinde bu kemikler de "kas etleri" ile kaplanır. Ve yine ne tuhaftır ki Allah, kemiklerin en son etle kaplandığı evreyi anlatırken "et" anlamında "lahm" kelimesini kullanır. Zira son evrede kemiklere kaplanan kas eti (lahm), ilk evredeki etten (mudga) farklıdır.


Bu oluşum sırası yakın tarihe kadar eski kitaplarda -ve hatta okullardaki ders kitaplarında bile- yanlıştı, fakat bugün bu oluşum sırasının Kuran'daki şekliyle doğru olduğu ispatlanmıştır. Lütfen "yeni" ve "doğru" kitaplardan bu durumun kontrolünü yapın. Ben yaptım, çok mutluyum, sabahları düz koşu yapıyorum.


Neyse, konumuzda dönecek olursak. Bir insanın veya dönemin bilim adamlarından oluşan bir insan topluluğunun, o yıllarda kendi başlarına böyle bir bilgiye ulaşmaları için, yeni hamile olan en az 3 kadını öldürmeleri ve rahimlerindeki embriyoların şekillerini %100 doğru bir şekilde incelemeleri gerekir. Tabi henüz embriyo halinde bir canlıya hamile kalan kadınların hamile olduklarını tespit etmek de ayrı bir hüner gerektirir. Ayrıca embriyonun uzunluğu ilk 5 haftada ancak 2-3 milimetre, 6. haftada ise 5 milimetre kadardır. Böyle bir canlıyı nasıl gözlemleyebilirler?


Bütün bunlar benim gözümde zorlamanın da zorlaması bir ihtimaldir. Ben şahsen eğer inançsız bir insan olsaydım bile sanırım hiçbir zaman %100 eminlikte bir ateist olamazdım. Özellikle bu ayet, bir ateist olsaydım benim için daima "büyük bir şüphe" sebebi olacaktı. Neyse, ben esas bu şüphe konusundan bahsetmek istiyorum bu yazıda fakat önce anlatmam gereken çok şey var sevgilisi kaynatasızlar. Buraya kadar anlattıklarımın tümünü daha sonra toparlamaya çalışacağım zaten, şimdilik relax.


Buraya kadarki yazdıklarımın esas sebebi "Kuran'da o zaman bilinmeyen hiçbir şey söylenmiyor" iddialarına cevap vermekti. Kuran'ın daha önceki Süryani ve Yunan eserlerinden derleme bazı bilimsel çelişkiler içerdiği de iddia ediliyor. Hayır arkadaşım, Kuran'da "gerçekle" çelişen tek bir bilgi dahi yoktur ve Kuran'daki her şeyin binlerce yanlış ve uydurma bilgi içeren Antik Yunan eserlerinden toplanması gibi bir ihtimal de akıl dışıdır. Fakat buraya ben daha çok "net" bir şekilde tutarlı olanlarını eklemeye özen gösterdim. Örneğin hadid suresinde "demiri indirdik" denir ve bunu demirin aslında dünyada bulunmadığı, sonradan dünyaya bir şekilde indiği bilimsel gerçeğiyle açıklamaya çalışanlar var. İyi de güzel kardeşim, Araf 26'da da Allah "sizin için giysi ve süs kıyafeti indirdik" diyor, şimdi her "indi" gördüğün yere bir "abuuu mucize işte" ekleme. Mucize arayışındaysanız eğer, esas mucizenin Kuran olduğu bilincinde olun derim.


Neyse, dönelim konumuza. Ebu Leheb'ten bahsedilen Tebbet suresini bilirsiniz sanırım. Bu ayette peygamberimize ve müslümanlara yapmadığını bırakmayan, firavunvari bir karakter olan Ebu Leheb'ten bahsedilir. "Kişiye özel ayet mi olur?" mantığıyla eleştirilen bu ayet, genellikle tişört üstüne gömlek giyen üniversiteli ateistler ve entry'sinin sonuna "enjoy!" yazınca çok sempatik gözüktüğünü zanneden ssg'ler tarafından dalga konusu edilir. Oysaki bu ayet benim için %100 özgüven ve kararlılık içeren bir Allah lafıdır.


Nasıl olduğunun izahını yapacağım ama önce Tebbet suresini veriyorum:


1 - Elleri kurusun Ebru Leheb'in; zaten kurudu ya!

2 - Ne malı kurtardı onu ne de kazandığı.
3 - Alevli bir ateşe yaslanacaktır o;
4 - Karısı da,
5 - Odun hamalı olarak. Gerdanında bir ip olacaktır onun, en sağlam fitillisinden...

Ayetleri okudunuz. Şimdi bir süreliğine hayal gücünüzü kullanın. Peygambere ve müslümanlara yapmadığını bırakmayan, her fırsatta onu yalanlayan ve İslam'ı bitirmeye çalışan bir Ebu Leheb olduğunuzu varsayın. Ebu Leheb ile empati kurun yani.


Bu ayetlerin üstüne, siz Ebu Leheb olsanız ne yapardınız?


Düşünün düşünün.


Sizi bilmem ama, ben hemen müslüman olurdum.


Evet evet, müslüman olurdum. En azından bir süreliğine rol yapardım. Müslüman olduğumu açıklar, göstermelik de olsa namaz kılardım.


Eğer böyle bir şey gerçekleşseydi ne olurdu biliyor musunuz?


Kuran'ın bütün sistemi çökerdi.


Zira Tebbet suresinde, o an hala yaşamakta olan bir insanın asla tövbe etmeyeceği ve kendisine yapılan o kadar teklife rağmen müslüman olmadan öleceği söylenmektedir. Önceden müslümanlara kötü gözle bakmasına rağmen, belki de onlara karşı savaşmasına rağmen müslüman olan yüzlerce hatta binlerce insan varken, Ebu Leheb'in bunlardan biri olamayacağı söylenmiştir. Eğer Ebu Leheb sahiden müslüman olsaydı, Kuran'daki sistem çökerdi. Veya eğer Ebu Leheb müslüman rolü yapsaydı ve bir Allah olmasaydı, bu zaten anlaşılmayacak ve kimse henüz yaşamakta olan ve son nefesini müslüman olarak verme ihtimali bulunan bir insan için "sen cehenneme gideceksin" ithamında bulunamayacaktı. Sizce Kuran'ı kendisi yazan bir insan, böyle bir kumar oynayabilir mi? Ya Ebu Leheb müslüman olsaydı?


Bir başka soru daha, peki sizce Ebu Leheb bunu akıl edememiş midir? En azından müslüman rolü yapmayı düşünememiş midir? Veya etrafındaki hiç kimse bu fikri ona vermemiş midir?


Ebu Leheb'in veya etrafındakilerin böyle bir şeyi akıl edememesi, bir insanın tuvaletini yapmak için pantolonunu indirmeyi akıl edememesi kadar aptalcadır.


Ebu Leheb belki de müslüman olmayı veya müslüman rolü yapmayı akıl edebilmiştir, fakat Ebu Leheb'in karşı koyamayacağı bir şey vardı: Allah'ın kalbine yerleştirdiği mühür.


Bakara 6 - Şu bir gerçek ki, o küfre batmış olanları sen uyarsan da uyarmasan da onlar için aynıdır; iman etmezler.

Bakara 7 - Allah onların kalpleri, kulakları üzerine mühür basmıştır. Onların kafa gözleri üstünde de bir perde vardır. Onlar için korkunç bir azap öngörülmüştür.

Ara sıra yazılarımda büyük resmi değiştirmeyen ufak tefek hatalar yapabiliyorum, fakat eski yazılarımdan birinde "Allah iradeye karışmaz" gibi bir laf etmiştim, bunu iyi hatırlıyorum. Bu öyle ufak ve basit bir hata değildi ve ne yazık ki beni bu konuda kimse de uyarmadı. O sebeple o yazıyı okuyan herkesten özür diliyorum, zira Allah belli bir noktadan sonra iradeye karışır. Allah Kuran'da, iyilik yapanın daha fazla sevap alması için ona daha fazla iyilik yapma fırsatı vereceğini ve adaletin yerini bulması için de kötülük yapanın bu dünyada daha fazla günah alması için onu daha fazla günaha sürükleyeceğini belirtir.


Şimdi size bir soru, Adem ile İsa'nın peygamber olmaları dışındaki ortak noktası nedir?


Adem de, İsa da, cinsel birleşme olmadan, yoktan var edilmişlerdir. Adem ilk insan olarak çamurdan, İsa ise bakire Meryem'den doğmuştur.


Adem için:


Hicr 29: "Onu, amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp öz ruhumdan içine üflediğim zaman, önünde hemen secdeye kapanın."


İsa için:


Tahrim 12: Ve Allah, ırzını bir kale gibi koruyan İmran kızı Meryem'i de örnek verdi. Biz onun içine ruhumuzdan üfledik. Ve o, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdikledi de içten bağlananlardan oldu.


Şimdi ben Kuran'daki ayet numaralarını sayılarla toplayıp Obama'nın seçim tarihini bulmak gibi saçma işlere kalkışanlardan tiksiniyorum. Zaten kehanet denilen şey, son peygamber olan Hz Muhammed'den sonraki insanlar için saçmalıktır. Ayetlerin içerikleri dururken, sayılarla uğraşmayı da garip karşılıyorum. Fakat bazı eşitliklerin de kesinlikle tesadüfi olamayacağını düşünüyorum.


Örneğin Kuran'da Adem ve İsa isimleri eşit sayıda geçer. Adem de, İsa da 25 kez kullanılmıştır. Burada 25 sayısının bir önemi yoktur, ilginç olan, yaratılış bakımından benzer iki insanın isimlerinin eşit sayıda Kuran'da geçmiş olmasıdır.


Fakat Kuran'ı okuduysanız bilirsiniz ki, Kuran'da İsa'dan çok fazla bahsedilir. Nasıl oluyor da buna rağmen Adem ile İsa kelimeleri eşit sayıda kullanılıyor?


Allah, kimi ayetlerde "İsa" kelimesini kullanmadan "Meryem'in oğlu" veya "Meryem'in oğlu mesih" ifadelerini kullanır.


Örnek:


Maide 75: "Meryem oğlu Mesih, yalnızca bir elçidir..."

Müminun 50: "Meryem'in oğluyla annesini birer ayet kıldık ve onları oturmaya uygun pınarlı bir tepeye yerleştirdik.
Zühruf 59: Meryem'in oğlu, kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek yaptığımız bir kuldu.

Bu örnekler çoğaltılabilir. Birçok ayette Allah, "İsa" yerine "Meryem'in oğlu" ifadesini kullanmıştır. Bunun sebeplerinden ikisi bana göre şunlardır:


1- İsa'nın, Allah'ın oğlu olmadığı, yalnızca Meryem'in oğlu olduğu vurgusunu yapmak. "Baba-oğul-kutsal ruh" üçlemesine inanan Hristiyanları uyarmak.

2- İsa ile Adem kelimelerinin eşit sayıda kullanılmasını sağlamak.

İlginç di mi? Ehehe.



Şimdi, gelelim bambaşka bir konuya. Böyle bir yazıda bu türden bir konuya girmeyi planlamamıştım ama huyum kurusun.


İsrail bayrağında bildiğiniz gibi iki şerit vardır ve ortasında da Davut'un yıldızı veya Süleyman'ın mührü dediğimiz amblem vardır ki günümüzde siyonizm sembolü haline gelmiştir. Süleyman peygamberle ilgili bir hatırlatma daha yapmam lazım, Hz Süleyman'ın emrine işçi olarak cinler verilmiştir. Hz Süleyman, müthiş büyüklükte bir servete sahip olmasının yanısıra, cinlere de hakimiyet kurabilme yeteneği verilmiştir kendisine. Süleyman'ın mührünün siyonizm simgesi haline getirilmesinde, Süleyman'ın bu yeteneğinin de etkili olduğunu düşünüyorum. Zira Süleyman'ın bu mühür ve ilim sayesinde tüm dünyaya hükümdarlık kurduğunu, dolayısıyla kendilerinin de aynı öğretiye sahip olurlarsa dünya üzerinde hükümdarlık kurabileceklerini zanneden siyonist bir kitle var dünya üzerinde.




İsrail bayrağındaki bu iki şerit, Fırat ve Nil nehirlerini sembolize eder. Yani "vadedilmiş topraklar" muhabbeti İsrail'in bayrağında dahi vardır. Fırat ve Nil nehirleri arasındaki bölgenin kendilerine Tanrı tarafından vadedildiğine inanır siyonistler ve Fırat nehri arasındaki bu bölgede Türkiye'nin de bulunduğunu hatırlatmama gerek yok sanırım. Bu, önce bütün musevileri, daha sonra tüm dünyayı tek bir çatı altında toplama gayesi olan siyonist yahudilerin amacıdır. Ayrıca buradan Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanına da selamlarımı yollarım.


Neyse, esas konumuz bu değildi. Siyonizmin yüzyıllardan beri maşa olarak kullandığı bir masonluk vardır. Fakat şunu da tekrardan söyleme gereği duyuyorum ki, Türkiye'deki masonların büyük çoğunluğu tırttır. Evet Türkiye'deki masonluk genel itibariyle tırışkadır fakat yine de felsefeleri açısından onaylamam ben masonluğu. Öte yandan dünya çapındaki evrensel masonluk, özellikle üst dereceli masonluk son yüzyıllarda dünya tarihine en çok müdahalede bulunmuş oluşumlardan biridir. Türkiye'deki masonluğu da tasvip etmeme sebeplerimden birisi de budur zaten. Esas konu şu ki, kabala ve spiritüalist öğreti etkisi altında ortaya çıkan masonluk, ilk olarak duvar ustaları tarafından kurulmuştur. Mason kelime anlamı olarak da zaten duvar ustası demektir. Bu duvar ustaları tarafından kurulmuş cemiyetin içine başka insanların da girmesiyle bambaşka bir masonluk ortaya çıkmıştır.


Şimdi bu hatırlatmaların üzerine, Kuran'da Süleyman'ın emrine verilen cinlerin vasıflarına bir bakalım:


Sad 37 - Şeytanları da onun emrine verdik. Hepsi bina ustası ve dalgıçtı.


Sizce Süleyman'ın emrine verilen cinlerin bina ustası olmaları ve masonluğun duvar ustaları tarafından kurulmuş olması arasında bir bağlantı olabilir mi? Şeytanlar vahiy verme yeteneğine sahiplerdir.


Enam 121 - "Şeytanlar kendi dost ve destekçilerine sizinle mücadele etmeleri için elbette ki vahiy gönderirler."


Masonluk, şeytanlardan gelen vahiyle kurulmuş olabilir mi?


Bilemiyorum ehehe, bu konuda kesin bir iddiada da bulunmuyorum. Sadece parçaları birleştirmeye çalıştım.


Yine bir yorum meselesi olan ayet vereceğim.


Kıyamet 4 - Hayır, sandığı gibi değil! Biz onun parmak uçlarını da tam bir biçimde düzenlemeye gücü yetenleriz.


Bu ayette ben kesinlikle parmak uçlarına yapılmış özel bir atıf olduğunu düşünüyorum. Bu ayeti zaten çoğu kişi bilir fakat yine de belirtmek istedim, her insanın parmak izi farklıdır ve örnek verilecek o kadar şey varken bu ayette neden özellikle "parmak uçları" belirtilmiştir izah etmek mümkün değil. Bu ayeti "öylesine, alelade verilmiş bir örnek işte" olarak da görebilirsiniz, tercih sizin fakat buradaki tabir öyle "tepeden tırnağa" şeklinde genel bir deyim falan değildir.


Şimdi buraya kadar genelde herkese hitap eden konulardan bahsettim, fakat bundan sonrası müslümanları daha bir alakadar ediyor. Zira ben Kuran'a baktığımda farklı bir din (Allah'ın dini), müslümanlara baktığımda ise bambaşka bir din (alışkanlıklar, gelenekler ve hurafeler üzerine kurulu bir din) görüyorum. Şunu asla unutmayın ki peygamberimizin mücadele ettiği insanlar "dinsiz" değillerdi. Allah'a da inanıyorlardı. En basitinden peygamberimizin babasının isminin Abdullah (Allah'ın kulu) olması bir mucize değildir, zira o toplumda Allah'a zaten inanılıyordu ve Abdullah da yaygın bir isimdi. Fakat o insanlar Allah'a inanırlarken işin içine sayısız hurafe, sayısız şirk katmışlardı. Bu önemli. Yazının bu kısmından sonra daha genel konulardan bahsedeceğim.



İsterseniz biraz "şirk" konusundan bahsedelim. Allah, Kuran'da affetmeyeceği tek günahın şirk olduğunu söyler ve bu ciddi bir konudur.


"Şu bir gerçek ki, Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, bunun dışında kalanı/bundan az olanı dilediği kişi için affeder. Allah'a şirk koşan, gerçekten büyük bir günah işlemiştir" - Nisa 48


Peki nedir şirk?


Şirk, Allah'tan haberdar olup onunla beraber başka ilahlar edinmek veya birtakım şeyleri ona denk veya ondan üstün tutmaktır. Şirk asla ve asla sadece "iki tane tanrı var" demek veya heykelden puta tapmak değildir. Tabi ki bunlar da şirke girer, fakat şirk yalnızca bunlar değildir. Hatta Kuran'da, peygamberimiz dönemindeki müşriklerin taptıkları putların heykelden veya taştan oldukları söylenmez. Bu putların isimleri bile söylenir (lat, menat, uzza), fakat heykel oldukları söylenmez. Zira put, sadece heykelden ve taştan yapılmış uyduruk bir ilah değildir. Örneğin:


"Kendisinin ilahı olarak kendi duygu ve arzusunu almış kişiyi gördün mü?" - Casiye 23


Bu ayete göre ateizm de şirktir. Hatta kendi istek ve arzularını, Allah'ın emirlerinden üstün tutmak da bir şirktir.


Şimdi vakia suresindeki 2 ayetten yola çıkarak biraz beyin fırtınası yapacağım sevgili kaynatasızlar.


Vakia suresinde cennettekilerden bahsedilir ve cennetin üst katında olan kişiler için şu söylenir:


"Büyük kısmı öncekilerden, az bir kısmı da sonrakilerdendir." - Vakia 13-14


Cennetin daha alt kısımlarında ise nesiller arasında daha denk bir dağılım vardır. Bu ayetlerde de cennetin daha alt kısımlarındaki insan nüfusundan bahsedilir:


"Bir bölümü öncekilerden. bir bölümü de sonrakilerden." - Vakia 39-40


Bu ayetleri üst üste koyduğumuzda, cennete giren "önceki nesiller", "sonraki nesiller"den fazladır.


Peki dünya nüfusunun geometrik hızla arttığını da hesaba katarsak, neden öncekiler daha fazla cennette? Sonrakilerin daha fazla olması gerekmez miydi?


Evet insanlar gittikçe yozlaşıyor, fakat tek sebebi sadece bu değil. Zira insanlar tarihin istisnai dönemleri dışında hep yoz olana yönelmiştir zaten.


Kapitalizm insanlığın kaderi mi bunu bilmiyorum, fakat bildiğim şey şu ki insanların var olduğu günden beri kapitalizm de var oldu. Ve bu kapitalizm, gün geçtikçe insan hayatındaki etkinliğini arttırıyor. Kapitalizm bugün, bir önceki günden daha şiddetlidir ve yarın da, bugünkinden daha şiddetli olacaktır bu gidişle.


Peki kapitalizmin insan hayatındaki etkisinin artması ne demektir?


Etrafınıza bir bakın, para, güç, statü, makam, prestij, seks gibi dünyevi çıkarlar peşinde koşan insan yığınları göreceksiniz. İnsanların hayattaki birinci amacı, bu gelip geçici dünyevi menfaatleri elde etmek haline gelmiştir.


Bu da, "dünyevi menfaat kazanma" amaçlı hayat anlayışının, "Allah'ın takdirini kazanma" amaçlı hayat anlayışının önüne geçmesi demektir.


Alın size babalar gibi bir şirk.


Hep Allah'ı bilip, hem de birtakım şeyleri ondan üstün tutmak.


İnsanların normal olmayan şeyleri normal karşılar hale gelmesi, bizim mazeretimiz olmayacaktır muhtemelen. Bu sebeple insanlara çok fazla uymayın, insanlar genellikle yanılgı halindedir.


Bu son anlattıklarım da benim kişisel yorumumdur ve ben de yanılıyor olabilirim, onu bir hatırlatayım ehehe.



Reenkarnasyon konusuna gelelim şimdi de. Dünyada 1 milyar civarı insanın reenkarnasyona inandığı tahmin ediliyor. Tabi ki bu rakamın büyük bir kısmını uzakdoğu coğrafyasındaki hindu ve budist inanışa sahip kişiler oluştursa da ruhçuluk ve bazen de tasavvuf yoluyla reenkarnasyonun olduğu fikri İslam'a da sokulmaya çalışılmakta.


Öncelikle bu konudaki kesin görüşümü söyleyeyim: Eğer reenkarnasyon varsa Kuran yalan söylüyordur.


O kadar da netim bu konuda.


Şimdi reenkarnasyona "delil" olarak sundukları ayeti göstermek istiyorum:


Mümin 11 - Dediler: "Rabbimiz! Bizi iki kez öldürdün, iki kez dirilttin. Artık günahlarımızı itiraf ettik. Buradan çıkmak için bir yol daha var mı?"


Buradaki "iki kez öldürdün, iki kez dirilttin" ifadesini reenkarnasyona yormak, sadece onu orada görmek isteyenlerin başarabileceği bir iştir. Eğer yeterince ıkınır ve iyi bir çocuk olursanız şirinleri görebilirsiniz. Fakat Kuran'daki tek bir ayet üzerinden karar verilemeyeceğini, Kuran'ın a+b+c+d+... olduğunu başından beri söylüyorum. Şimdi bir başka ayetin ışığında bakalım bu "iki kez ölmek" ve "iki kez dirilmek" ifadeleri ne anlama geliyor?


Bakara 28 - Allah'a nasıl nankörlük ediyorsunuz? Siz ölülerdiniz, O sizi diriltti. Sizi yine öldürecek ve sonra diriltecektir. Nihayet O'na döndürüleceksiniz.


Bu ayetten şunu anlıyoruz, biz bu dünyada var olmadan önce, yani anne rahminde oluşmadan önce, Allah bizi "ölüler" olarak tanımlıyor. Yani henüz doğmamış bir insan, "ölü"dür Allah'a göre.


Şimdi değerlendirmemizi yapalım:


Doğmadan/var olmadan önce ölülerdik: 1. ölüm

Bu dünyada doğduk: 1. diriliş
Her canlı gibi bu dünyada öleceğiz: 2. ölüm
Ahirette yeniden diriltileeğiz: 2. diriliş

E al sana 2 ölüm, 2 diriliş. Yani reenkarnasyona delil olarak gösterdikleri ayet, aslında reenkarnasyonun olmadığının delilidir.


Şimdi yine bir başka ayet vereceğim, "aha Kuran'da çelişki var"cılara fırsat doğurabilecek bir ayet bu, fakat bu ayette bir çelişki görmek de sadece onu görmek isteyenlerin başarabileceği bir iştir.


Dühan suresinin 56. ayetinde Allah, cennetteki insanlar için şöyle der:


Dühan 56 - Orada, ilk ölüm dışında ölüm tatmazlar. Allah onları cehennem azabından korumuştur.


Şimdi "hani 2 ölüm vardı, ilk ölüm dışında ölüm tatmazlar da ne demek?" diye düşünebilirsiniz. Fakat dikkat edilmesi gereken nüans şudur, ölümü tatmak veya ölümü tecrübe etmek, sadece yaşamakta olanın yapabileceği bir iştir. Henüz yaratılmamış, var olmamış bir nefs, ölüm denilen olayı tatmış ve tecrübe etmiş değildir. Ancak yaşamla tanışmış olan canlı öldükten sonra ölümü tecrübe etmiş olur. Yani "ilk ölüm dışında ölüm tatmazlar" ifadesinde bir kusur, hedehödö yoktur.


Ek olarak, yine bu ayet de yeryüzünde yaşamakta olan insanların yalnızca "bir kez" ölecekleri vurgusunu yapmaktadır. Yani Dühan 56'ya göre de reenkarnasyon falan yoktur.


Reenkarnasyona inanıyorsanız eğer, lütfen bunu İslam'a yamamaya çalışmayın, zira reenkarnasyon ve İslam taban tabana zıttır. Reenkarnasyon hakkında binlerce kitap yazılması, kimi ilahiyatçıların veya profesörlerin "reenkarnasyon vardır" demesi veya milyarlarca insanın reenkarnasyona inanması, reenkarnasyonun var olduğu anlamına gelmez. Zira insanlar genellikle yanılgı halindedir. En azından Kuran'a inanıyorsanız durum budur yani.


Bir de bu reenkarnasyona inananlar nedense hep önceki hayatlarında Rus çarı, İngiliz prensi falan olduklarını iddia ederler. Ulan tarihte toplasan en fazla 100 tane Rus çarı vardır, milyarlarca insan çiftçiydi, demirciydi, bakkaldı, çakkaldı. Hepiniz Rus çarıysanız bu milyarlarca çiftçi nereye gitti koduğumun dünyasında olum? Ya bırak ya.


Neyse yeniden ciddileşiyorum, öhöm.


Tarihte bilinen ilk günah nedir diye sorsam, muhtemelen "Adem'in oğlunun, kardeşini öldürmesi" diyeceksiniz. Dünya için böyle olabilir, fakat bizim haberdar edildiğimiz ilk günah kibir ve "ırkçılık"tır.


Evet evet, kibir ve ırkçılık.


Nasıl mı?


Araf 11 - Andolsun ki sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. Onlar da secde ettiler. Ama İblis etmedi, secde edenlerden olmadı o.

Araf 12 - Allah buyurdu: "Sana emrettiğimde secde etmeni engelleyen neydi?" İblis dedi: "Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın."
Araf 13 - Buyurdu: "O halde in oradan. Senin haddine mi orada büyüklük taslamak! Hadi çık! Sen alçaklardansın."

İblis'in ateşten yaratıldığı için kendisini çamurdan yaratılan Adem'den üstün görmesi ve kibirlenmesi, kusursuz bir ırkçılık örneğidir.


İblis (yani şeytanların lideri), ırkçıdır.


O nedenle bir milletin tamamını topyekün bir suçla itham etmeden önce iyi düşünün sevgili kaynatasızlar. Tıpkı museviler ve siyonist yahudiler arasındaki farkı kavramak gibi. İnsanları doğuştan gelen özellikleriyle yargılamanın dinimizde yeri yoktur, sapık fikir ve felsefeye sahip olanları uyarabiliriz sadece.


Bu ayetteki secde etmek de, fiziksel olarak secde etmek olmayabilir. Secdenin iki anlamı vardır zira.


Şimdi daha önceki yazılarda belirtmiş olmama rağmen yeniden söylemek istediğim bir konu var. İblis (Lucifer) bir melek değildir. İblis, kötü olma rolünü üstlenerek Allah'a hizmet etmez. İblis isyan etmiştir ve İblis olmasa biz yine imtihan edilecektik, İblis sadece bir vesiledir.


Bu İblis'in kötü olmadığı ve kötü olma rolünü üstlenerek Allah'a hizmet ettiği düşüncesi, tamamen bir ruhçu uydurmasıdır. Bu fikir o kadar yanlış sonuçlar doğurabilir ki, "her şeyin ve herkesin iyi olduğu" sonucuna götürür insanı. Böyle bir dünya yoktur. Allah iradeyi yaratır ve o irade kötü olmayı seçtiyse onu sevmek bir yana, ondan uzak durmak gerekir.


Kehf 50 - Hani, biz meleklere "Âdem'e secde edin" demiştik de İblis dışında hepsi secde etmişti. İblis, cinlerdendi. Kendi Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz, benim beri yanımdan, onu ve onun soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin düşmanınızken. Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu!


İblis, Allah'a olan isyanından itibaren cindir.


Şimdi şöyle bir soru gelebilir akıllara "tüm meleklere sorulduğu söyleniyor ve bu meleklerin arasında İblis de var, yani İblis önceden melek miydi?"


Bu detay bir konudur, esas bilmemiz gereken İblis'in isyanından itibaren bir cin olduğudur. Fakat yine de fikir yürütelim. Bu konuda iki ihtimal vardır.


1- İblis daha önceden bir melekti, Allah'ın emrine karşı gelince cin oldu.

2- İblis hep cindi, fakat bir melek rütbesine yükselmişti.

Kimi mealciler Kehf 50 ayetini "iblis cinlerdendi", kimi mealciler ise "iblis cinlerden oldu" şeklinde çeviriyor. Kimileri ise İblis'in ateşten yaratıldığını, bu nedenle melek olamayacağını, zira meleklerin nurdan yaratıdığını iddia ederler. Fakat Kuran'da meleklerin nurdan yaratıldıklarına dair bir bilgi yoktur. Ayrıca esas doğru anlam "İblis cinlerdendi" olsa bile, bu zamandan münezzeh olan Allah'ın, İblis'in zaten eninde sonunda bir cin olacağını bildiği anlamına da gelebilir. Bu konuda kesin bir karar vermek için çok iyi Arapça bilmek lazım ve bu çok da gerekli olmayan konu beni aşar deyip burada bırakıyorum. İblis'in öncesi zaten bizi pek alakadar etmiyor, sonuç olarak İblis şu an cindir ve gavattır.


Şimdi çok daha önemli bir konuya gelelim ve bu konuda müslümanların çoğu ciddi bir yanılgı halindedir.


O da cehennemden cennete geçiş olduğunun zannedilmesidir.


Bu konudaki ayetleri vereceğim tabi ki, fakat önce konuyu toparlayayım. "İçerisinde zerre kadar iman olan, cehennemde günahlarını çektikten sonra cennete girecektir" düşüncesine Kuran'dan asla varılamaz. Zira Kuran'da cehennemden cennete geçiş olduğunu söyleyen tek bir ayet bile yoktur. Yani cehennemin kendisi gibi, cehennemin içinde olanlar da ebediyen orada kalacaklardır.


Ali İmran 88 - O lanet içinde sürekli kalacaklardır. Ne azap hafifletilecektir.Onlardan ne de yüzlerine bakılacaktır onların.

Zühruf 74 - Suçlular ise cehennem azabının içinde sürekli kalacaklardır.
Araf 36 - Ayetlerimizi yalanlayıp onlar karşısında burun kıvıranlara gelince, bunlar ateşin dostlarıdır. Sürekli kalacaklardır onun içinde.

Bu ayet örnekleri çoğaltılabilir, onlarca ayet vardır bu şekilde. Bu ayetlerin öncesine baktığımızda "Allah'ı, Kuran'ı, peygamberi ve ahireti inkâr edenlerin cehennemde sonsuza dek kalacağı" anlaşılıyor.


Peki ya müslümanlar? Günahkar bir müslüman da iman sahibi olmasına rağmen sonsuza kadar cehennemde kalabilir mi? Evet, eğer cehenneme girdiyse, oradan çıkması söz konusu değildir. Bakın şimdi:


Bakara 275 - O ribayı yiyenler, şeytanın bir dokunuşla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu böyledir, çünkü onlar, "Alış-veriş de riba gibidir." demişlerdir. Oysaki Allah, alış-verişi helal, ribayı haram kılmıştır. Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah'a kalmıştır. Yeniden ribaya dönene gelince, böyleleri ateşin dostlarıdır. Sürekli kalacaklardır orada.


Riba denilen şey, faiz/tefeciliktir. Paranızın değerini kaybetmesini önleyen banka faizinin buna dahil olduğunu zannetmiyorum, fakat şimdi bunun tartışmasını yapmayalım, esas işaret etmek istediğim mesele o değil. Haksız kazanç elde edecek büyüklükteki o astronomik banka faizleri, tefecilik kesinlikle haramdır. Ve Allah, tefecilik yapıp tövbe ettikten sonra yeniden tefecilik yapanların sonsuza dek cehennemde kalacaklarını söylemektedir bu ayette.


Peki şimdi bir soru, tefecilik yapan bir insan müslüman olamaz mı? Tövbesini bozan bir insan müslüman olamaz mı?


Eğer cehenneme giren bir müslüman cezasını çektikten sonra cennete girecekse, neden faiz yiyen müslümanın cehennemde sonsuza kadar kalacağı söyleniyor Kuran'da? "Orada ebediyen/sürekli/sonsuza dek kalacaklardır" ifadeleri bulunmasına rağmen müslümanlar, neden bir müslümanın sonsuza kadar cehennemde kalmayacağına inanıyorlar?


Bu inanış o kadar yaygın ve yanlıştır ki, sebebini anlamak mümkün değil.


Kuran'da "günahlarının bedelini cehennemde ödeyen bir müslüman, cennete gidecektir." anlamına veya imasına gelen hiçbir cümle yoktur.


Yani anlayacağınız, cennet de ebedidir, cehennem de.


"Tamam cehennem ebedi ama içindekiler ebedi değil" şeklinde bir görüş de vardır.


Şimdi Allah aşkına size bir soru sormak istiyorum, olimpiyat meşalesi mi bu arkadaşım? Süs olsun diye mi yanacak cehennem orada?


Yalnızca bir ayet bende "acaba cehennemden cennete geçiş var mıdır?" şüphesi uyandırmıştı, o ayeti vereyim:


Hud 107 - Rabbinin dilemesi hariç, gökler ve yer durdukça onlar orada hep kalacaklardır. Rabbin, dilediğini öyle bir yerine getirir ki!...


Bu ayetteki "rabbinin dilemesi hariç" kısmı bende bir soru işareti oluşturmuştu açıkçası. Fakat bu daha çok "Allah dilediğini yapar, Allah'ın gücü her şeye yeter" manasında bir sözdür. Örneğin Allah tüm insanları, cenneti ve cehennemi de yok edebilir, buna gücü vardır. Fakat böyle bir şeyi yapmayacaktır, zira Allah söz vermiştir ve Allah'ın vaadi mutlak doğrudur. O sebeple bu ayetten de "cehennemden cennete geçiş" anlamı çıkarmak, çok zorlama olacaktır.


Müslümanlardaki "cehennemden cennete geçiş" inancı sanırım bazı hadislerden kaynaklanıyor, fakat Kuran'da bunu ima eden tek bir ayet bulunmamaktadır. Hatta ve hatta Kuran, cehennemin sonsuz olduğunu söylemekle kalmayıp, "cehennem sonsuz değildir" diyenleri de deşifre etmektedir:


Bakara 80 - Dediler ki: "sayılı birkaç gün dışında ateş bize asla dokunmayacaktır." De ki: "Allah'tan bir ahit mi aldınız! Allah, ahdine asla ters düşmez. Yoksa siz Allah'a isnat ederek, bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?"


Ve özellikle aşağıdaki 2 ayeti de lütfen dikkatle okuyun.


Ali İmran 23 -  Şu kendilerine Kitap’tan pay verilmiş olanlara bak, aralarında hüküm vermesi için Allah’ın Kitabı’na çağrılıyorlar da içlerinden bir zümre yüz çevirerek dönüp gidiyor.

Ali İmran 24 - Bunun sebebi onların, “ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacaktır” demeleridir.Uydurmuş oldukları yalanlar, dinlerinde kendilerini aldatmaktadır.

"Müslümanlar için cehennem hayatı sonsuz değildir" demek, Kuran'daki "ateş bize sayılı gün dışında dokunmayacaktır" diyenlerin iddiasıyla aynıdır. Ve Allah bu tutum için "uydurmuş oldukları yalanlar, dinlerinde kendilerini aldatmaktadır" ifadesini kullanır ve burada müslümanlardan bahseder. Bu ayetlerde sadece yahudilerden veya hristiyanlardan bahsedildiğini ileri sürenlerin Kuran'a dayandırabilecekleri tek bir mantıklı izahları yoktur.


Ayetler bu kadar netken, "azıcık iman sahibi olan bile cehennemden cennete geçecektir" diyebilmek için insanda cahil cesareti olması gerekir. Allah'tan korkarım ben arkadaş.


Tabi ki korkudan önce sevgi ve anlayışla ibadet etmeliyiz, fakat şu da bir gerçek ki korku çoğu zaman insanı harekete geçirir, tetikler. İnsan biraz zora girmeden, sıkışmadan, uyuşukluğunu kıramayabilir. Tarihteki tüm icatların ihtiyaçtan ve muhtaçlıktan ortaya çıkması da bunun bir göstergesidir. Açıkçası bir müslüman olarak benim kafama bazı şeylerin dank edişi "cehennemin ebedi olduğunu" öğrendikten sonra başladı. Bu çok ciddi bir konudur ve İblis öyle kurnazdır ki, sonsuz olan cehennem hayatını bile insanlara "geçici" olarak inandırmaktadır. Cehennemin geçici olduğunu zanneden bir müslüman ile cehennemin sonsuz olduğunu bilen bir müslümanın davranışları, kendine dikkat edişindeki özen arasında çok büyük farklar olur. Allah aşkına bu konuya dikkat edin ve Kuran dururken sözde hocaefendilere aldanmayın.


Fakat şunu da eklemeyi uygun görüyorum, her insan muhakkak cehennemi görecek ve onun nasıl bir yer olacağına tanık olacaktır. Hemen ayetleri veriyorum:


Tekasür 5 - İş, sizin bildiğiniz gibi değil! Ne olurdu, şaşmaz ve aldatmaz bir bilgiyle bilseydiniz!

Tekasür 6 - Yemin olsun, o cehennemi mutlaka göreceksiniz!
Tekasür 7 - Yine yemin olsun, onu gözünüzle apaçık göreceksiniz!
Tekasür 8 - Sonra o gün, nimetten kesinlikle sorguya çekileceksiniz!

Burada o mahşer gününde cehenneme bir "tanık olma, görme" söz konusudur. Fakat cehennemi gören insanların hepsi o azabı tatmayacaktır, hemen başka bir ayet daha veriyorum:


Enam 16 - Kendisinden azap uzaklaştırılana o gün rahmet etmiştir. İşte açık kurtuluş budur.


Mahşer günü, azap (cehennem) kendisinden uzaklaştırılanlar cennete gireceklerdir. Yani cennete giren herkes cehennemi görmüş olacaktır, fakat cennete girenler bu azabı yaşamayacaklardır.


Küçüklüğünüzden beri duyduklarınızdan dolayı "cehennemden sonra cennet vardı ama ya?" şeklinde düşünebilirsiniz, fakat ayetler ortadadır sevgili kaynatasızlar. Alışkanlıklarınız, büyüklerinizden duyduklarınız çoğu zaman doğru olmayabilir.


Bakara 170 - Onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun!" dendiğinde: "Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız." derler. Peki, ataları bir şeye akıl erdiremiyor, doğruya ve güzele ulaşamıyor idiyseler!...


Umarım her şey açıktır. Kuran'daki ayetler bu kadar netken başka kaynaklara başvurmayı da gereksiz görüyorum, zira şöyle de bir ayet vardır:


Enam 38: "...Biz bu Kitap'ta, herhangi birşeyi ne eksik bıraktık ne fazla yaptık..."


Ve hatta Zühruf 44: "Gerçek şu: Bu Kur'an sana ve toplumuna elbetteki bir hatırlatıcı/bir düşündürücü/bir şeref/bir öğüttür. Bundan sorumlu tutulacaksınız."


Bu noktada şöyle bir soru akıllara gelecektir; cennete giren her insan anadan doğmuş gibi günahsız olmayacaktır. Peki günahlar işleyip de cennete girenler, bu günahlarının karşılığını nasıl verecekler?


Tabi ki öncelikle Allah'ın "Tevvab" (tövbeleri kabul eden, günahları silen) ve "Rahman" (merhamet edeni, affeden) sıfatlarını unutmamalıyız. Ben olaya değişik bir açıdan yaklaşacağım şimdi. Cennette birden fazla kat olduğu Kuran'da belirtilir. Cennetin her kısmı bir değildir, örneğin Firdevs ve Adn cennetlerinin daha üst konumda olduğu Kuran'dan anlaşılır. Cennetin alt kısmında olan bir kimse için, üst kısımlara ulaşamamak da günahlarının bir karşılığı olabilir.


Çok fazla cehennemden bahsetmiş olmam da sizi korkutmasın, konu o olduğu için onun üzerinde durdum, amacım ağzından tükürükler saçan hocalar gibi "yanacaksınız!!!" diye çığırtkanlık yapmak değil. Zira Kuran ayetlerinde cennet ve cehennem konusunda denge vardır.


Ruhçular genellikle "Allah'ın sonsuz sevgi sahibi bir varlık olması"ndan dem vurarak, cehennemin olmadığını ileri sürerler. Gerekçeleri ise "Kuran'ın o zamanki insanların bilinç seviyesine göre inmiş olması"dır. Yani onlar için cehennem bir mecazdır.


Bu tamamen duygusal bir zırvalıktır. Evet Allah sınırsız sevgi ve merhamet sahibidir, fakat Allah aynı zamanda adildir. Adil olmak yalnızca iyiyi ödüllendirmek değil, kötüye de hak ettiğini vermektir. Zaten etrafınıza, insanlara ve dünyaya baktığınızda cehennemin ne kadar gerekli olduğunu da anlayacaksınızdır.


Eğer "aşırı" duygusal olursanız ruhçuluğa/spiritüalizme yönelebilirsiniz. Fakat Allah'ın sürekli öğütlediği bir şey vardır, o da hem "aklı" hem "duyguyu" kullanmaktır. Yani duygu kadar rasyonellik de önemlidir.


"Yemin olsun ki, peygamberlerin hikâyelerinde, aklını ve gönlünü çalıştıranlar için çıkarılacak bir ders vardır." - Yusuf 111


Yusuf peygamberin hikâyesinin anlatığıldığı Yusuf suresinin son ayetinde söylenir bu söz. İsterseniz İbrahim peygamberden kısaca bir bahsedeyim. Allah, İbrahim peygambere vahiyden önce doğruyu ve yanlışı ayırma, kavrayabilme yeteneğini verir ve İbrahim peygamber de etrafı gözlemleyerek Allah'ın olduğu sonucuna ulaşır. Oysaki İbrahim'in toplumu puta tapanlardan oluşmaktaydı. Enam suresinin 74. ayetinden itibaren, Hz İbrahim'in Tanrı arayışı anlatılır, şimdi oradaki ayetlerden bir tanesini göstermek istiyorum:


"Gece onun üstünü örtünce bir yıldız gördü de "İşte Rabbim bu!" dedi. Yıldız battığında ise "Ben batanları sevmem!" diye konuştu." - Enam 76


İbrahim, yıldızın Tanrı olmadığı sonucuna şu şekilde ulaşıyor:


1- Yıldızın batması ve batan bir Tanrı'yı saçma bulması = Mantık, rasyonellik

2- Batanları sevmemesi = Duygu

Bu nedenledir ki Kuran'da ısrarla "temiz akıl sahipleri için deliller vardır" vurgusu yapılır. Bu hem vicdanını, hem de aklını kullananların Allah'ın varlığı sonucuna ulaşacaklarını izah eder. Duygu olmadan akıl, akıl olmadan duygu pek bi halta yaramaz bana kalırsa.


"Şu bir gerçek ki, göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, aklını ve gönlünü işletenler için işaretler vardır" - Ali İmran 190


Açıkçası benim Allah'a inanma sebebim de buydu. Aynı Ali İmran 190'da belirtilen durum.


Eğer dağların hareket ettiğini söyleyen ayet olmasaydı, rüzgarların dölleyici olduğunu söyleyen ayet olmasaydı, embriyodaki et-kemik-et oluşum sırasını anlatan ayet olmasaydı veya ne bileyim işte yukarda örneklerini verdiğim diğer ayetler de Kuran'da olmasaydı, ben yine Tanrı'ya inanacaktım. Zira Tanrı'yı sistemden çıkardığım zaman, hiçbir şeyi sağlam bir temele oturtamayacağımı fark ettim. Fakat o ayetlerin de bulunması, ekstradan benim "Allah" inancımı pekiştirdi. Olay bundan ibaret.



Peki neden deist (Tanrı'ya inanan fakat dine inanmayan) olmadım da müslüman oldum diye soracak olursanız, bunun tabi ki ilk sebebi Kuran'dır. Kuran'da, insanı insandan daha iyi tanıyan birinin tespitleri vardı. Bir diğer sebebi ise, deizmin tanrısını saçma bulmam oldu.


Hani bazı tarihi kahramanlık filmleri olur ya, bu filmlerde ana konsept şudur: Ezilen fakat yiğit bir köylü halkı vardır. Karşılarında ise bu halkı ezen, harika zırhlara ve atlılara sahip çok güçlü bir imparatorluk veya soylu bir aile vardır. Filmin sonunda, ezilen köylü halkı savaşı kazanır ve film esnasında ezilen köylü halkının izleyici gözündeki "haklılığını" arttırmak için karşılarına kötü bir karakter yerleştirirler. Bu nedenle kahraman köylü halkı sömüren bu imparatorluğun veya soylu ailenin lideri genellikle hiçbir işe yaramayan, uyuşuk, zenginlik içinde yaşamasına rağmen kimseye faydası dokunmayan, bencil bir karakter olur.


Gözünüzün önünde canlandı mı o uyuşuk cibilliyetsiz imparator?


İşte deizmin tanrısı da aynı o uyuşuk imparator gibidir.


Müthiş ihtişamlı bir evren yaratmıştır, bu evrene milyarlarca galaksi yerleştirmiştir, her galaksiye yıldızlardan, gezegenlerden, uydulardan ve henüz bilmediğimiz gök cisimlerinden oluşan sayısız sistem yerleşmiştir, ardından bu gezegenlerin bazılarında da yaşam oluşturacak koşulları yaratmıştır.  Evreni çökmeden ayakta tutan ve kaosa yol açmayan bir düzen yerleştirmiştir. Bunların üstüne insanı ölümlü kılmış ve zor bir yaşamın tam ortasına göndermiştir. Ve ardından tüm bu evreni ve içindeki hayatı kendi haline bırakmıştır. Hiçbir müdahalede bulunmamış, "ne haliniz varsa görün" demiştir. Bir "kullanma kılavuzu" bile yollamamıştır.


Böyle tanrı mı olur lan? İlkokulda cam kenarında oturup hesap makineli Casio saati sayesinde her sorana teneffüse kaç dakika kaldığını söyleyen çocuk bile daha hayırlıdır bu tanrıdan anasını satayım. En azından bir işe yarıyordu herif.


Yarattıklarına faydası ve müdahalesi olmayan bir Tanrı fikri saçmadır.


Tanrı'nın, yarattıklarına yeri geldiğinde müdahale etmesi, gözetlemesi gerekir. Kuran da işte bu açıdan Allah'ın hayata yaptığı en büyük müdahalelerden biridir ve benim gözümde Allah, her açıdan deizmin tanrısından daha rasyoneldir.


Bilim konusuna gelecek olursak. "Artık bilim çok ileride ve gittikçe daha da ilerliyor, artık Tanrı kavramına gerek kalmayacak" türünden sözler duyuyor musunuz? Bu sözler yeni veya bugüne ait değildir. Bu laf yüzyıllardır söyleniyor ve "Tanrı kavramına gereğin kalmadığı o gün" bi türlü gelemedi arkadaş. Zaten gelmeyecektir de. Zira bilim ile dinin kulvarları çok farklıdır. Bilim oluşumun "nasıl", din ise "neden" olduğuna cevap verir. Allah "nasıl"lara da cevap verir, fakat bilim "neden"lere cevap vermez. Şimdi bir Kuran ayeti değil, Tolstoy'un 130 yıl önce yazdığı ve Türkçe'ye "Din Nedir?" ismiyle çevrilen kitabından bir alıntı vereceğim. Bilim sayesinde dine gerek kalmadığını iddia eden Berthelot isimli aydın ve onunla aynı fikri taşıyanlar için şunları yazmıştır Tolstoy:


"Bay Berthelot ve onunla hemfikir olanlar bilimin dinin yerini alacağını söylerken, iddiaları tamamen subjektiftir ve bilimin yanılmazlığına karşı, Kilise'nin yanılmazlığına iddia edilen imana çok benzeyen temelsiz bir inanç duyarlar. Üstelik, 'okumuşlar' diye görülen ve sözü edilen bu zümre, dinin yerini alabilecek olan ve dine ihtiyacı çoktan geçersiz kılan bir bilimin zaten mevcut olduğuna inanmışlardır"


Tolstoy burada aydın geçinip "bilim çok gelişti, dine gerek yok" diyenlerin temelsizliğini belirtmekle kalmamış, onların bu körü körüne savundukları tutum ile kilisenin dogmalarını körü körüne savunması arasında pek bir fark olmadığını belirtmiştir. Kısacası Tolstoy, aydın geçinip bilimin her şeyini açıklayacağını papağan gibi tekrar eden kimseler ile kilise yobazlarının bir farkı olmadığını söylemiştir.


Şunu da not edeyim ki, Tolstoy inançlı olmasına karşın kiliseyi acımasızca eleştirir.


Zaten gerçek bir müslüman da din üzerinden yobazca ahkâm kesen, aklı ve sağduyuyu bir kenara bırakıp "Kuran'ın Arapçasını okuyun, onun sevabı size yeter" mantığında hareket eden ve dine hiçbir temeli olmayan hurafeler ekleyen kitleyi eleştirmelidir. Kimleri kastettiğimi anlıyorsunuz sanırım.


Neyse, konumuza dönelim. Bilim genellikle "bir önceki keşiflerin yanlış olduğu" prensibiyle ilerler. Örneğin Newton'ın fiziğe katkısı büyüktür, fakat Einstein ile Newton'ın çoğu buluşunun yanlış olduğu ortaya çıktı. Yanlış hatırlamıyorsam Einstein bu konuda da Newton'ı eleştirmek şöyle dursun, Newton'ın zamanında buldukları sayesinde bu noktaya gelebildiklerini ve bir gün kendi bulduklarının da yanlışlanabileceğini söylemişti. Sürekli yanlışlanmakta olan bir şey, nasıl olur da dinin yerini tutabilir?


Bilim, ne işleyiş ne de işlev olarak dinin yerini tutabilir.


Şu anki medeniyet ve bilim, hiç sekteye uğramadan 1 milyon yıl daha ilerlese, yine de insanın arayışta olduğu tüm sorulara ve içindeki boşluklara karşılık veremeyecektir.


Bilim ile dini karşı karşıya getiren insanların amacı da bilim değildir zaten, onların kavgası din iledir, Tanrı iledir. Gözümde dini kullanarak siyaset yapan insanlar ile bilimi kullanarak antiteistlik yapan insanlar arasında pek de bir fark yoktur.


Sizce bu ayette Allah, "bilim varken dine gerek yok" diyenlere bir göndermede bulunuyor olabilir mi?


"Resulleri onlara açık-seçik kanıtlar getirdiklerinde, onlar, yanlarındaki bilgiyle sevinip övündüler. Ve alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi." - Mümin 83


Kim bilir...


Şu da kişisel bir gözlemimdir ki, Tanrı'ya inanmadığını veya agnostik olduğunu söyleyen birçok kişi, kafalarında "Tanrı var mı, yok mu?" gibi bir soruya cevap aramamaktadır. Bu sorunun arayışından ziyade Tanrı'ya bir küslükleri, dargınlıkları vardır. Bu isyan moduna ben de girmiştim 3 yıl evvel, fakat sonra yaptığımın saçmalıktan başka bir şey olmadığını fark ettim. Tarafsız olun ve iyi bir mealden Kuran'ı okuyun. Sonra bazı şeylerin oturması için de kendinize zaman tanıyın, hayatı gözlemleyin, insanları gözlemleyin, etrafı gözlemleyin. Bu hayatta "sorgulamak"tan daha fazla değer taşıyan çok fazla şey yok ve değeri olmayan şeylerle vakit öldürüp duruyoruz anasını satayım.


Bir de şu Cern ve "tanrı parçacığı" konusunda ufak bir bilgilendirme yapmak istiyorum kaynatasızlar. Cern'dekilerin "tanrı parçacığı" arama gibi bir amaçları yoktur. Varlığı teori ile ortaya atılmış, fakat deneysel olarak gözlemlenememiş "higgs bozonuna" bir türlü ulaşamadıkları için "tanrının belası parçacık" demiştir bu ekip ve medya da her zamanki gibi konuyu magazinleştirmek için "tanrı parçacığı aranıyor!!!! lililililililili" diye çığırtkanlık yapmıştır. Fakat birtakım müslümanlar öyle heveslenmişlerdi ki bu konuda, "aha işte Tanrı parçacığını bulacaklar" diye konuşup duranlar gördüm.


Arkadaşım, Kütahya Porselen vazo mu bu parçasını arıyorsun? Bilim ulaşabileceği en son noktaya da ulaşsa (ki öyle bir şey bu evrende pek de mümkün değil), yine de Allah'ın parçacığını bulamayacaklar. Zira yapısal olarak Allah yok bu evrende. Kuran'da yaratıcı ve yaratılan ayrımı açıkça yapılmıştır. Bu evrende sadece Allah'ın izlerini ve eserlerini bulabilirsiniz, kendisini değil.


Yani bilim, teknoloji, şu bu vs ne kadar gelişirse gelişsin, bu dünyada Allah'a inanan bir insan için Allah'ın var olmadığı %100 ispat edilemeyecektir ve yine aynı şekilde, Allah'a inanmayan bir insan için de Allah'ın varlığı %100 ispat edilemeyecektir.


Bu evrenin yaratılışının ve kanunlarının, sınav amacına ne kadar uygun olduğunu hala anlayamıyor musunuz sevgili müslümanlar?


Neyse, şimdi yine İslam'a alışkanlıkları ve gelenekleri ile eklemeler yapan müslüman kesime gelelim.


İslam'da "mezhep" diye bir kavram yoktur. Bu sadece insanların dine eklemesidir. Kuran'da "fırkalara bölünmeyin" diyen o kadar çok ayet vardır ki.


"Hep birlikte Allah'ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın..." - Ali İmran 103

"Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara, yapıp ettiklerini haber verecektir." - Enam 159
"Onlardan ki, dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar haline geldiler. Her hizip kendi elindekiyle sevinip övünür." - Rum 32

Ve daha çok ayet bulabilirim Kuran'da bunun gibi.


Bu ayetlere mezhepçi müslümanlar "orada yahudilerden bahsediliyor", "orada müşriklerden bahsediliyor" şeklinde kılıflar sunarlar. Siz ne yapıyorsunuz biliyor musunuz? Hem kendinizi, hem de insanları kandırıyorsunuz, başka da bir şey yapmıyorsunuz.


Bu ayetlerde kimlerden bahsediliyor? Saylonlulara mı diyor Allah "fırkalara bölünmeyin" diye?


Allah, tabi ki Musa'ya uyanların, İsa'ya uyanların da aralarında mezheplere bölündüklerini söyler ve müslümanlara da "onlar gibi olmayın" der Ali İmran 105'te.


"Kendilerine açık-seçik kanıtlar geldikten sonra, çekişmeye girip fırkalar halinde parçalananlar gibi olmayın..." - Ali İmran 105


Ve Allah, açık seçik peygamberimize "dinlerini parça parça edip fırkalara bölünenlerle hiçbir ilişiğin (ilgin, alakan, ilişkin) yoktur" demektedir yukarıda alıntıladığım Enam 159'da.


Ve müslümanlar arasında mezheplerin olmaması gerektiğini tasdikleyen yegâne ayet de budur:


"Sizin için, dinden, Nûh'a önerdiğini, sana vahyettiğini, İbrahim'e, Mûsa'ya ve İsa'ya önerdiğimizi şöyle diyerek kanunlaştırdı: "Dini dosdoğru tutun; onda bölünüp fırkalara ayrılmayın!" Onları çağırdığın bu tutum, şirke bulaşanlara çok ağır gelmiştir. Allah, dilediğini kendisi için seçer ve hakka yönelenleri kendisine iletir." - Şura 13


Fakat bu durumu mezhepçi müslümanların çoğunluğuna anlatamazsınız, kulaklarını tıkarlar.


Allah tüm müslümanlar için mezheplere bölünülmemesi gerektiğini söylemiştir, siz nasıl bir ayrıcalığınız olduğunu düşünüyorsunuz da orada müslümanlardan veya kendinizden bahsedilmediğini iddia edebiliyorsunuz? Hani ilkokuldayken öğretmen, bazen tüm sınıfı azarlarmış gibi yapıp sadece sizin yüzünüze bakarak konuşurdu ya (bu duruma düşen tek kişi ben olamam di mi lan?), işte bazı ayetleri okurken ben de aynen öyle hissediyorum, lan diyorum, ayağımı denk alayım biraz. Fakat müslümanlar öyle rahatlar ki, onlara kalsa Allah hiçbir ayette kendilerini eleştirmiyor. He paşam, he tosunum, he.


Bu ayetlere uydurulan bir diğer kılıf da şudur: "o ayetin iniş sebebine bakmak lazım".


Kuran, indirildiği toplumdan soyutlanamaz tabi ki, bu bir gerçek. Misal veriyorum, eğer Kuran bir İskandinav toplumuna indirilseydi, belki de onlara "hurmalardan" veya "develerden" örnekler verilmeyecekti, bunun yerine orada faydalanılan ürünlerden örnek verilecekti. Yani en fazla teferruat kısımlarda değişiklikler olurdu böyle bir durumda. Fakat Kuran ayetleri "evrensel"dir ve kanunları tüm zamanlara, tüm insanlara hitap eder. Çıkarılacak ders, alınacak mesaj, herkes için aynıdır. Bir ayetin iniş sebebi, o ayetin inmesine ancak ve ancak "vesile" olmuştur. O olay olmasaydı, o ayet yine inecekti zira.


Eğer ayetlerin iniş sebeplerine bakmak gibi bir gereklilik olsaydı, bu işin için çıkılamazdı. "Bakın o dönemde zina yapmışlar ve o kişiler için 'zina yapmayın' diye ayet indirilmiş" şeklinde bir mantık yürüterek, ben de zinayı kendime helal yapabilirdim. Kendimi kandırırdım, kendim gibi 2-3 salağı da kandırırdım, peki ben Allah'a ne hesap verecem?


Siz bu ayetlere kılıf uydurarak Allah'a ne hesap vereceksiniz?


Allah Kuran'da birleşmek için sebepler aramamız gerektiğini, mezheplere, fırkalara bölünmememiz gerektiğini söylüyor defalarca. "Bölünmeyin" diyor.


Peki ayrılığa (ihtilafa) düşülen bir konu olunca ne yapmalı?


"Herhangi bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde onun hükmü Allah'a bırakılır..." - Şura 10


Yani öyle "ayrılığa düştük, haydi mezhep kuralım" gibi bir olay söz konusu değildir.


Bunları söylediğim için de kafir, zındık, cahil, gavat, amarikan ajanı ve bilimum şeyler ilan edilecem biliyorum, fakat ben Allah'tan korkarım paşam. Ayetler ortada, Kuran ortada.


Eğer mezheplerin doğru olduğunu onaylıyorsanız, haydi Kuran'dan bir ayet getirin. Haydi, rica ediyorum, lütfen. Fakat lafı kıvırmadan, yorumlamanın suyunu çıkarmadan.


Allah, yalnız ve yalnız "müslüman olun" der.


"Allah'a çağırıp/yakarıp hayra ve barışa yönelik iş yapan ve "Ben müslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?!" - Fussilet 33


Ben, Allah'a şükür hiçbir mezhepe dahil değilim ve müslümanlardanım.


Meramımı anlatabilmişimdir umarım.


Bunları söyleyince de "o kadar alim var, bilgin var, sen mi bileceksin?" şeklinde bir kafa yapısıyla karşı karşıya kalabilirsiniz. Fakat unutmayın ki Vatikan'da da bu işe ömürlerini adamış rahipler var. Ne yani, şimdi bu bilginler yanılıyor mu? Bu kadar bilgin yanılıyor olamaz, öyleyse İsa'ya Tanrı'nın oğlu mu diyelim? Tibet'te ermek için hayatı boyunca cinsel ilişkiye girmeyen veya suskunluk yemini edip ömürleri boyunca konuşmayan keşişler var, bu insanlar hayatlarını adamışlar bu işe, e onlar da yanılıyor olamaz o halde?


Geçiniz.


Geçenlerde müslümanken hristiyan oldu diye kafası geçilen bir gencin video'su düşmüştü internet'e.  Kuzey Afrika ülkelerinden birinde olmuştu bu olay, tam hatırlamıyorum. Bu konudaki ayetlere dayanarak yapacağım açıklamadan önceki kesin fikrimi söyleyeyim: Kuran böyle bir şeyi asla ve asla emretmez, o insana bir yaptırım uygulayamazsınız. Dinden dönenin öldürülmesi gerektiği fikri, "sünnet" maskesi altında İslam'a sokulmaya çalışılmış bir fikirdir. Fakat Kuran'a göre, dinden dönene ne şiddet ne de baskı uygulayabilirsiniz.

Öncelikle şunu söyleyeyim, dinimizde her konuda, hatta Allah'ın affetmeyeceğini söylediği tek günah olan "şirk"te bile tövbe kapısı son nefesimizi verinceye kadar açıktır. Fakat Allah birçok ayette, tövbe edip söz verdikten sonra tekrar yolundan dönenleri hoş karşılamadığını söyler. Ancak insanlara "dinden dönene şunu yapın" şeklinde hiçbir şey emretmemiştir. Bu, o kişi ile Allah arasındaki bir durumdur.

"Söylemediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar ama kendilerini kâfir yapan sözü gerçekten söylediler ve Müslüman olmalarından sonra kâfir oldular. Üstelik başaramayacakları bir işe giriştiler. O yanlış işin sebebi olsa olsa, Allah’ın ve Elçisinin onları cömertçe zenginleştirmesidir. Tevbe ederlerse kendileri için iyi olur. Ama eğer yüz çevirmeye devam ederlerse Allah onları hem dünyada hem de Ahirette acıklı bir azaba uğratacaktır. Yeryüzünde onlar için artık ne bir koruyucu ne de yardımcı bulunur.” - Tevbe 74

Bu ayette müslüman olduktan sonra dininden dönenlerden bahsedilmektedir ve Allah bu insanlar için hala "tövbe ederlerse kendileri için iyi olur" demektedir. Eğer tövbe etmezler ve müslüman olduktan sonra kâfir olmaya devam ederlerse de, Allah bu insanların hem bu dünyada hem de ahirette azaba uğratılacaklarını söylemektedir. Fakat bu az önce de söylediğim gibi, kul ile Allah arasındaki bir meseledir ve kimsenin bir müdahale etme hakkı yoktur. (herkesin hayatına kimse karışamaz taam mı?)

"Dinde zorlama yoktur..." - Bakara 256

"(De ki) Sizin dininiz size, benim dinim bana!" - Kafirun 6

Dinde hürriyet vardır ve özgür iradeye dayalı sınav sisteminde, dinden dönen bir insanı öldürmenin adı tek kelime ile "cinayet"tir. Cinayetin de en büyük günahların başında geldiğini söylememe gerek yok sanırım.

Hatta bu ayete göre, Allah bu dünyada insanlara en az 2 kere "dinlerinde sapıtma özgürlüğü" bile vermektedir:

"Onlar ki inandılar, sonra küfre saptılar; yine inandılar, tekrar küfre saptılar, sonra da küfrü artırdılar; işte Allah onları affetmeyecek, onları hiçbir yola kılavuzlamayacaktır." - Nisa 137

Evet burada illa ki "dinden dönme"den bahsedilmiyor, fakat konuyu kaçırmayın sevgili kaynatasızlar. Bu ayette inandıktan sonra "küfrü arttırmış" ve son halinde Allah'ın yolundan uzaklaşmış insanların affedilmeyeceği söyleniyor. Fakat tekrar tövbe ederlerse, Allah'ın onları hâlâ affetme ihtimali var.

Peki bu kişilere ne yapılır? Bir kez müslüman olduktan sonra yoldan sapanlara ne yapılır?

Sadece tek bir şey:

Konuşmak.

Evet evet, konuşmak. 

Empati kurun ve bir anlığına kendinizin o duruma düştüğünüzü varsayın, zira bu dünyada kimin ne olacağı hiç belli olmuyor. Ve kafasında soru işareti oluşan insanlara, baskı yapmadan, onlarla konuşun. Bakarsınız bir insanın Allah'ın affını kazanmasına "vesile" olursunuz.

Geçen gün otobüsteydim, otobüse 3-4 tane çuvalı olan bir kadın bindi. Çuvallarda da hıyardır, patatestir, böyle sebze türü şeyler vardı ki muhtemelen kadın onları pazarda falan satacak. Arkamda oturan iki kokoş menopoz teyze de "ya biz bunu beklemek zorunda mıyız şöför beğeeey?" diye bir celallendiler. "Beklemek zorunda mıyız" dedikleri süre de 20 saniye ha, kadının çuvalları otobüse koyması bildiğin 20 saniye sürdü, sanki Avrupa Birliği müzakere sürecini başlatmak için konseye yetişecek sıfatına sıçtıklarım. Neyse, ses etmedim önce. Sonra otobüsün içindeki çuvallara baka baka konuşmaya devam ettiler "şuraya bak ya, rezalet valla, taksiye binseydi ya" falan diyorlar. Dayanamadım, döndüm arkama "o kadının taksiye vereceği para kaç saatlik çalışmasına denk gelecek, 20 saniye beklesek bir şey olmaz di mi?" dedim. Aldığım cevap ise şu oldu, yalanım varsa Allah beni çarpsın: "o çuvaldakileri almaya parası var ama?". Bunun üstüne sustum, hiçbir şey söylemedim, zira ne desem boşa olacaktı.

Babasından, kocasından kalanla ve kendi emekli maaşlarıyla süsleniyorlar ve kendileriyle aynı yaşta olmasına rağmen hala kilolarca çuvalları taşıyıp çalışmak zorunda olan bir kadının durumuna kendilerinin düşemeyeceklerini zannediyorlar.

İşte bu dünya bu kadar göt bir yer kaynatasız, ağzımı bozuyorum kusura bakma ama öyle. Ya sen onun durumunda olsaydın be pezevenk?

Zaten her zaman malla ve mülkle imtihanın daha zor olduğunu düşünmüşümdür, bu konuya da biraz sonra değineceğim.

Şu ana kadar anlattığım bazı konulardaki ayetler için müslümanlar "nesh" adında bir hede icat etmiş durumdalar. Nesh (nasih mensuh) şudur: ayete veya hadise dayanarak, bir başka ayetin hükmünü düşürmek, yani o ayeti geçersiz saymak.

Nesh denilen şeyin Kuran'da yeri yoktur. Bir ayetin hükmünü düşürmek ile o ayeti "kabul etmemek" arasında hiçbir fark yoktur. Kuran'daki her ayet, birbirinin bütünleyicisidir ve hepsi de geçerlidir.

Şimdi malum bizim memleketimizde -tüm dünyada olduğu gibi- suni gündemler meşhurdur. Geçenlerde bir kürtaj tartışmasıdır sürüp gitmişti, ben bu konuda bir görüş belirtmeyeceğim, zira oturtamadığım bazı yerler var. Şimdi "kürtajı savunan" ve "savunmayan" arasındaki diyalogdan yola çıkarak bir sonuca ulaşalım:

- O daha bir fetüs tamam mı, insan değil, kürtaj yapabiliriz.
- İyi de o bir kere rahime düşmüş, bıraksan insan olacak, neden müdahale edip insan olarak doğmasını engelliyorsun ki?

Şimdi burada kürtajı savunmayan kişinin bu meşhur argümanını ben açıkçası mantıklı buluyorum. Doğru yani, henüz insan olmasa da yakında insan olacak ve sen müdahale edip buna engel oluyorsun.

Peki şimdi dinden dönenin öldürülmesi gerektiğini savunanlara soruyorum, kendi haline bıraksan belki de müslüman olarak ölecek birine neden müdahalede bulunup onu öldürüyorsun? Sen öldürmesen belki de o adam tekrardan müslüman olacaktı? Sen nereden alıyorsun bu yetkiyi?

"Eğer rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. o halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?" (yûnus, 99)

Çelişki, cehalet ve vahşet içindesin sevgili yobaz. Aç gözlerini biraz, aç.

Konumuz şiddet ve baskıydı. Şimdi Kuran'da "öldürme" emri verilen ayetleri göstererek Kuran'ın vahşiliğinden dem vuranlara haykırmak istiyorum. O ayetler olmasaydı, nefsi müdafaa hakkımız olmayacaktı. Yani kendinizi savunmak için savaşta bile birini öldüremeyecektiniz o ayetler olmasaydı. Kuran, yalnızca ama yalnızca, sizi öldürmek isteyen, sizi yurdunuzdan çıkarmak isteyen, dininize ve özgürlüğünüze müdahalede bulunanlara karşı savaşma, daha doğrusu savunma hakkı tanır. (mümtehine 8 ve 9'da bu durum vurgulanır, birazdan geleceğim)

"Sizinle çarpışmaya girenlerle Allah yolunda siz de çarpışın. Ama haksız yere saldırmayın/çarpışmada zulme sapmayın. Çünkü Allah, sınır tanımaz azgınları sevmiyor." - Bakara 190

"Onları yakaladığınız yerde öldürün; onların sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne/baskı ve bozgunculuk, öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram'da, onlar sizinle çarpışmaya girinceye kadar siz de onlarla çarpışmaya girmeyin. Eğer sizinle çarpışmaya girerlerse siz de onları öldürün. İşte böyle verilir küfre sapanların cezası!" - Bakara 191

"Eğer savaşı sona erdirirlerse Allah çok affedici, çok merhametlidir." - Bakara 192

"Fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla çarpışın. Eğer çarpışmaktan vazgeçerlerse artık zulme sapanlardan başkasına düşmanlık edilmez." - Bakara 193

Bu ayetlerde sadece "savunma" hakkı vardır. Eğer bu ayetleri cümle cümle cımbızlayanlara aldanırsanız, müslümanların müslüman olmayan herkesi öldürme hakkı olduğu yanılgısına düşebilirsiniz. Fakat burada sadece "savunma" vardır. Mümtehine suresinde zaten kimleri öldürme hakkınızın olduğu altı çizile çizile söylenmiştir.

"Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Allah, adaleti ayakta tutanları sever." - Mümtehine 8

"Allah sizi; ancak din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran, çıkarılmanıza yardım eden kimselerle dost olmaktan yasaklar. Böyleleriyle dost olanlar, zalimlerin ta kendileridir." - Mümtehine 9

Bu durumda sizin dininize savaş açan, sizi vatanınızdan çıkarmaya çalışan veya onlarla işbirlikçilik yapanlara karşı savaşabilirsiniz.

Kuran'a göre bir müslüman, bir kavgayı "başlatıcı" bile olamaz.

Sadece fikir ayrılıkları yüzünden savaş başlatılmaz, zira "benim dinim bana, senin dinin sana"dır.

Şimdi, İsa'ya mal edilen bir söz vardır "sana tokat atana öbür yanağını dön" diye. Eğer tüm peygamberler Allah'ın dinini tebliğ etmiş ise, İsa böyle bir sözü söylemiş olamaz. Bu söz tabi ki semboliktir ve gelin biz de bu sembolik "tokat" örneğinden yola çıkarak müslümanın ne yapması gerektiğini bulalım.

Size tokat atılınca ne yapabilirsiniz?

1- Siz de ona bir tokat atabilirsiniz, bu hakkınızdır. Ancak:
1a- İki tokat atamazsınız.
1b- Size atılandan daha şiddetli bir tokat atamazsınız.
"Eğer ceza ile karşılık verecekseniz, ancak size yapılan kötülüğün türü ve miktarı ile karşılık verin. Eğer sabrederseniz, elbette ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır." - Nahl 126

2- Ona tokat atmayıp affedebilirsiniz ve ek olarak bunun Allah katında bir getirisi vardır.
"Onlar bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar. Öfkelerini yutanlardır onlar, insanları affedenlerdir. Allah, güzel düşünüp güzel davrananları sever." - Ali İmran 134
"Sabredip bağışlayan bilsin ki bu, işlerin en zorlularındandır." - Şura 43

3- Ona öbür yanağınızı dönebilirsiniz.
Bu duruma Kuran'dan ayet göstermeye gerek yok, zira böyle bir davranış saflık, mazoistlik veya denyoluktur. Hoşgörü ile enayilik arasında da kalın bir çizgi vardır.

Kuran size kendinizi savunma hakkı verir ve eğer affederseniz de Allah katında bunun size bir getirisi olduğunu söyler. Durum gayet açık.

Neyse, biraz konuyu değiştirelim. Dünyanın şu anki halini hep firavun dönemine benzetmişimdir. Aradaki tek fark, şu anki insanların kendilerini özgür zannetmeleridir. Halinden memnun kölelere göndermede bulunan da güzel bir Kuran ayeti vardır.

Musa, Firavun'un önüne çıkar ve ona Allah'ın dinini teklif eder. Musa'nın ise konuşmasında bir güçlük vardır, zannedersem Musa kekemedir. Firavun ise, kendisinin böyle bir insandan daha üstün olduğu konusunda kibire kapılır ve firavunun halkı da tam bir "halinden memnun köle" imajı çizer. 54. ayete özellikle dikkat.

Firavun, toplumu içinde haykırıp şöyle dedi: "Ey toplumum! Mısır'ın mülk ve yönetimi benim değil mi? İşte şu nehirler benim altımdan akıyor. Görmüyor musunuz?" - Zühruf 51

"Yoksa ben şu zavallı, şu meramını anlatamayacak adamdan hayırlı değil miyim?" - Zühruf 52

"Ona altın bilezikler atılmalı, yanında-hizmetinde melekler bulunmalı değil miydi?" - Zühruf 53

İşte toplumunu böyle küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan sapmış bir toplum idiler. - Zühruf 54

Plazasındaki ofisinde gayet şık giysileri, kravatıyla çalıştığı ve biraz da iyi para kazandığı için kendisinin köle gibi patronunun kazancı adına çalıştığı gerçeğini görmeyen, markalaşmış ve şirketleşmiş medya haberlerinde ne görse ona inanan ve "gerçek bu değil" deyince de size inanmayan, aldırış etmeyen, çünkü normal olmayan şeyleri çoktan normal karşılar hale gelmiş insanlardan oluşan bir dünyada yaşıyoruz.

Ve bu insanlar, toplumun en yüksek gelir seviyesine sahip kesimini oluşturuyorlar.

Bu insanlar, size neye inanıp neye inanmamanız gerektiği konusunda hissettirmeden baskı uyguluyorlar.

Eğer onların düşündüklerinin aksi yönde bir fikre kapılırsanız, sizi dışlanmaktan korkar hale getiriyorlar.

Sen, her şeye rağmen "sen" ol kaynatasız. İnsanları dinle, asla kulağını tıkama, fakat doğruyu ve yanlışı ayıkla. İnsanların "genelinin" veya senin doğru fikirlere sahip olduğunu zannettiğin o "kitlenin" fikirlerinin dışına çıkma korkusuyla yaşama. Herkesi dinle, doğrusunu al.

"Onlar ki, sözü dinler de onun en güzeline uyarlar. İşte bunlardır Allah'ın kılavuzladıkları; işte bunlardır akıl ve gönül sahipleri." - Zumer 18

Ben, kendi inancımı sorguladığımda, Allah'ın beni samimiyetsiz bulmasından endişe ediyordum. Yazılarımdan babama ne kadar saplantı derecesinde bağlı olduğumu biliyorsunuzdur zaten. Lan dedim, babayı kaybettik, "bizim başımıza öyle şeyler gelmez" diye düşündün şimdiye kadar içten içe ama aslında bu hayatta "her şeyin" senin de başına gelebileceğini ancak o zaman fark edebildin. Bu zamana kadar aklın neredeydi diye sordum. Allah'a sığınmayı o zaman mı akıl ettin diye sordum durdum kendime günlerce, ta ki şu ayetleri görene kadar:

"Andolsun ki, senden önce de toplumlara elçiler göndermiştik. O ümmetleri, bize yaklaşıp sığınsınlar diye zorluklar ve darlıklarla yakalamıştık." - Enam 42

"Zorluğumuz kendilerine gelip çattığında bir sığınabilselerdi! Ne yazık ki kalpleri katılaştı; şeytan, yapmakta olduklarını onlara süslü-püslü gösterdi." - Enam 43

Bu hayattaki zorluklar, Allah'a sığınmak için vesilelerdir. Ben anladım ki Allah senin hangi yolla, hangi sebeple inandığına pek de önem vermiyor, yeter ki inan diyor. Ben hiç açlıkla imtihan edilmedim veya bu hayatta çekilebilecek birçok eziyeti henüz görmedim, sadece kendimce bazı zorluklar yaşadım ve bunlar sayesinde Allah'a sığınabilmeyi akıl edebildim. "Keşke daha önceden aklımı başıma alsaydım" demiyorum, bunlar olması gerekiyormuş ki olmuş diyorum artık. Bakmayın siz arada sırada damar yazılar yazmama, hayat güzel ve iyi ki de Allah var ehehe.

Malla, zenginlikle, rahatlıkla imtihan edilmenin zor olduğunu söylemiştim ya, bence kesinlikle öyle. Zaten Kuran'ı okuduğunuzda göreceksiniz ki Allah fakirliği övmüyor, zira yokluk yaşayan adamın Allah'a inanmak için çok büyük sebepleri var. Fakat keyfi yerinde olan adam kimi zaman sorgulamıyor, kimi zaman da Allah'a inanmaya gerek duymuyor veya bunu kendine yediremiyor. Allah'ın Kuran'da esas takdir ettiği şey de, insanın varlıklı olmasına rağmen onun yolundan sapmamasıdır.

Örneğin Hz Süleyman aynı zamanda ülkesinin kralıdır ve müthiş bir servet sahibidir. Her şeye rağmen o, Allah'a bağlılığından vazgeçmiyor ve Kuran'ı okuyup Hz Süleyman'ın nasıl övüldüğünü kendi gözlerinizle görün lütfen.

Ayrıca çoğu peygamber de hayatları boyunca eziyet görmüştür. Hz Yusuf, hayatının büyük bölümünde hapiste kalmıştır veya köle olarak çalıştırılmıştır. Peygamberlerin bile büyük sınavlar atlattıkları dünyada, bizim sınava tabi tutulmama lüksümüz yok.

"Yemin olsun ki, mallarınızda da canlarınızda da imtihan edileceksiniz. Ve yemin olsun ki, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden de şirke batanlardan da incitici çok şey dinleyeceksiniz. Sabreder, takvaya sarılırsanız işte bu, iş ve oluşların en zorlularındandır" - Ali İmran 186

"Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş olanların karşılaştıklarının benzeri başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara şiddetler, belalar ve zorluklar gelip çattı; sarsıldılar. Öyle ki, resul ve onunla birlikte inananlar, "Allah'ın yardımı ne zaman?" diye yakarıyordu. Haberiniz olsun ki, Allah'ın yardımı çok yakındır." - Bakara 214

Peygamberleri bile umutsuzluğa düşürecek zorluklar yaşanmışken bu dünyada, varsın biz de katlanalım.

Üstelik her peygamberle, insanlar tarafından alay edilmiştir. "Yemin olsun ki, senden önceki resullerle de alay edildi" - Enam 10

Peygamber olduğunuzu düşünsenize bir an, Allah'tan vahiy alıp bunu insanlara inandıramadığınızı bir düşünsenize? 

Her zorlukta bir kolaylık, her kolaylıkta da bir zorluk vardır bu hayatta kaynatasızlar. Bu da zaten bir Kuran ayetiydi ve bunun böyle olduğuna kendiniz de ulaşabilirsiniz.

Kendimce yaşadıklarımı, din kisvesi altında politika yapıp insanları sömürenleri, Kuran'da belirtildiği gibi insanları "Allah ile aldatanları", insanları, olayları, fikirleri, etrafı, dünyayı gözlemledikçe, Allah'a inanmaktan başka bir şansımın olmadığını gördüm ben. Allah benim için "var mı yok mu"dan ziyade, "var olması şart" bir hale geldi.

Siz ne düşünürsünüz bilemem, fakat kendinize bir şans verin. Vaktimiz hem bol, hem az.

Kuran'ın insan uydurması bir kitap olabilmesi için, şu birazdan sayacaklarımın ve çok daha fazlasının aynı anda gerçekleşmesi gerekliydi:

Hali vakti yerinde olan Muhammed adında bir tüccar, birdenbire insanların uyduruk ilahlara tapmalarından rahatsızlık duyacak. Ardından kafasında bir Tanrı yaratıp, bu Tanrı'nın ona birtakım sözler söylediğini bildirecek. Bir kumar oynayacak ve bu dünyanın bir başlangıcı olduğunu, yaratıldığını iddia edecek. İnsanları, hep etraflarına bakıp sorgulamaya çağıracak. Bazen güneşi, bazen yıldızları, bazen bir deveyi örnek verip, tüm bu evrenin bir yaratıcı tarafından düzenlenmiş olduğunu söyleyecek. Örnek verdiği Güneş için "bakın nasıl da dönüyor etrafınızda" demeyecek, o Güneş'in kendine has bir yörüngesi olduğunu söyleyecek (lokman 29). Güneş ve yıldızlara "kandil" manasına gelen ısı ve ışık kaynağı sıfatları verirken, Ay için sadece "nur" diyecek (nuh 16, mülk 5). Ardından ayın yörüngesini eğri bir hurma dalına benzetecek (yasin 39). Ardından bazı bitkilerin cinsiyet sahibi olduklarını bildirecek (yasin 36). Hızını alamayacak Muhammed, bitkilerde tozlaşmayı biliyormuşçasına rüzgarlara "dölleyici" diyecek (hicr 22). Embriyodaki et-kemik-et oluşum sırasını doğru bir şekilde yazacak (müminun 14). Yüzlerce yanlış iddia içeren antik Yunan kitaplarından derlediği bilgilerin arasından, hep en doğru olanlarını seçecek Muhammed. Şansı hiç kesilmeyecek Muhammed'in, her canlının yapısında "su" bulunduğunu da doğru bilecek (enbiya 30).  Günümüzde bile daha ne olduğunun yeni farkına varılan pulsarlara en uygun tanımı yapacak (tarık 1-3). Karaların hareket halinde olduğunu iddia edecek (neml 88). Zamanın izafi oluşuna örnekler verecek (secde 5, mearic 4). Yazdığı kitapta hep kaçak dövüş oynayacak, fakat nedense birdenbire halen yaşamakta olan bir insanın asla müslüman olamayacağını iddia edecek ve bunu da tutturacak (tebbet). Hayalinde yarattığı Tanrı için namaz ve hac gibi ibadetler üretip, bir de sadece kendisine özel fazladan bir gece namazı ekleyecek (isra 79). Tam bir şizofreni örneği oluşturan davranışlar sergilemesine rağmen, birbiriyle tutarlı olan ve yanlış olduğu asırlar sonra bile kanıtlanamayacak bir kitap yazacak Muhammed. Bu kitapta insanı, insandan daha iyi tanıyan birinin tespitleri yer alacak. İnsanların arayışta olduğu en büyük sorulara cevap verecek, var oluş amaçlarının ne olduğunu izah edecek. Ve iniş sırasına göre sondan 3. sure olan maide suresindeki "dini artık tamamladım, üzerinizdeki nimetimi tamamladım" ayetini yazana kadar ölmeyecek Muhammed, o kadar savaştan ve muhtemelen de bir o kadar suikast girişiminden başarıyla sağ çıkacak.

Sırf bu kadar şeyin bile bir insan ve onun destekçileri tarafından kendiliğinden gerçekleşmesi ihtimali, şu an içerisinde bulunduğunuz odanın penceresinden aşağı tükürdüğünüzde, o tükürüğün yerde 1/50.000.000 ölçekli bir dünya haritası oluşturabilme ihtimaliyle eşdeğerdir.

İnsanların "tanrı neden yemin ediyor ki yea", "tanrı neden kullarını cehenneme atıyor ki yea", "tanrı varsa neden bu kadar açlık ve savaş var" veya yeryüzünde hiç din olmasaydı sanki insanlar menfaatleri için yine savaşmayacaklarmış gibi "hep dinler yüzünden savaş çıkıyor yea" tarzındaki kişisel hezeyanlarına veya tuhaf yorumlamaları sonucunda elde ettikleri "sözde" çelişki iddialarına göre dini inancımı belirleyemezdim.

Benim gerçeklere ihtiyacım vardı ve onları da Kuran'da buldum.

Durum budur sevgili kaynataseverler.

Artık ufaktan bitiriyorum yazıyı. Elbette ki tüm sorularınıza cevap veremezdim bir yazıda, zaten öyle bir şeye gücüm de yetmez, fakat umarım ki bazı şeylerin farkında olmanıza ufak da olsa bir katkısı olmuştur. Benim gibi "sikko" bir herif bile artık kendine ve yaptıklarına daha dikkat eder hale geldiyse, siz çok daha fazlasını yapabilirsiniz. "1 kişi bile olsa kârdır" demiştik ya blog'un başında, felsefe hala devam ediyor. 1 kişi 1 kişidir.

Bana hep sorduğunuz bir soru vardı ya, "ne yapacağız peki? neyi değiştirebiliriz?" diye.


Rad 11 “…Gerçek şu ki Allah, bir toplumun mâruz kaldığı şeyleri, onlar, birey olarak kendi içlerindekini değiştirmedikçe, değiştirmez...”


“ Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım edebilir? Mü'minler, ancak Allah'a güvenip dayansınlar. " (Ali İmran 160)


Benim hayat görüşüm budur.

Görüşmek üzere, kaynataya selamlar.