Okunması şart makaleler:

Tasavvuf ve Tarikatlardan Yeni Dünya Dinine: Bölüm 1 ve Bölüm 2
Komünizm, Kızıl Devrim, Sovyetler Birliği ve Şirketler
İnsan, Din ve Kuran
Bu da amme hizmeti: Okunması Gereken Kitaplar Listesi

Bir Başka Din: Tasavvuf kitabı çıktı; internet'ten sipariş etmek için kitapyurdu link'i.

YENİ: Youtube'daki hodor hodor konuşmalarım için buradan alalım.

20 Mart 2016 Pazar

Milliyetçilik Bir Hastalık mı?

Selam.

İzninizle biraz içimde biriktirdiklerimi kusucam. Ya da yemişim izninizi.

Eğer şu anlatacaklarımı okursan ve bana biraz olsun hak verebiliyorsan, sahiden yalnız olmadığımı hissettireceksin bana.

Birazdan anlatacağım ufak anımda, zerre kadar bir abartmaya kaçarsam da Allah benim belamı versin. Eksiği olacak, fazlası olmayacak.

Ben bu ülkede sömürge zihniyetli bir üniversitede okudum, oradan mezun oldum. Ciğeri beş para etmez hocaların, sırf Fransız oldukları için nasıl el üstünde tutulduklarına, nasıl bin bir türlü kapris yaptıklarına ve adeta nasıl üst insan modeliymiş gibi davranıp, o şekilde muamele gördüklerine şahit olduğum her geçen gün daha da nefret ettim okulumdan. Sadece okuldan değil, tüm bu manzaraya rağmen o okulu sahiplenen ve o çok müthiş Fransız kültürüne hayranlık besleyen kimi arkadaşlarımdan da içten içe nefret ettim. Güzel arkadaşlarım olduysa da, hiçbir zaman, hiçbir aidiyet hissedemedim oraya. Belki de üniversiteye kadarki eğitim hayatı zibilyon tane derece almakla geçen, dershanelerin deneme sınavlarında ilk 3'e falan girip burs kazanarak hayatı boyunca ailesine tek bir kez bile dershane parası ödetmeyen şahsımın, o okulda hiçbir zaman başarılı bir öğrenci olmayışının ve bunun için hiçbir çaba sarf etme gereği duymayışının yegane sebebi de buydu. Artık bir şeylerin içinin boş olduğunu fark etmeye başlamıştım ufaktan.

İsim vermeyeceğim, bizim bölümde işinin hakkını veren Türk bir hoca vardı. Koca fakültede kendini geliştiren, sürekli yeni makaleleri takip eden, anlattığı o artık geçerliliğini yitirmiş iktisadi teorilerin ne kadar saçma olduklarının farkında olup da öğrencilerine güncel bilgiler vermeye çalışan ender hocalardandı. Sosyal bilimler böyledir, genel geçer kurallara varman zordur, koca iktisatçı Keynes'in bile bu kadar nam salmasının sebebi, çoğu fikrinin takribi 40 sene ayakta kalabilmiş olmasıdır. Her neyse, bizim hocadan bahsediyordum. Bu adamın ne derece zeki olduğunu fark etmen için tek bir dersine girmen yeterliydi, herif ders anlatırken upuzun diferansiyel denklemi namaz kılan babaanne edasıyla 3 saniye "mırmırmır" diye söylenip zihninden çözüveriyordu. Genç denilebilecek bir yaşta olmasına rağmen ne kadar birikimli olduğunu anlaman için de tek bir dersine girmen yeterliydi. Sorulan her soruya vereceği mantıklı bir cevabı muhakkak vardı. Koca okul hayatımda girmek istediğim tek dersler onunkilerdi.

Yine isim vermeyeceğim, bir de nasıl olduysa profesör ünvanı almış sikindirik bir Fransız hocamız vardı. Ekonomi bölümünde türev almayı bilmeyen profesör olur mu? Oluyormuş işte, bunu gösterdi bana bu herif. Neyse, sırf yoklama alıyor diye mecburen gittiğim derslerin birinde, neredeyse durduk yere diyebileceğim bir sebepten ötürü papaz olmuştuk bununla. Artık herife pis bir enerji mi yayıyordum, hayvansal içgüdüleriyle bir şeyler mi hissetti nedir, anlamadım. Hatta eşek kadar halimle "niye kalemin kağıdın yok?" diye saçma sapan bir bahane bulup dersten bile atmıştı beni. Hayatımda çalışmadığım dersi, bu ibne evladının vizesi için çalıştım. İsmim Ayşe, Mehmet olsa en azından bir 80 vereceği kağıda, sikinin keyfine göre 30 küsürlü bir not vermişti. O "hoca bana taktı" olayı gerçek yani ehehe, bildiğin mimledi herif beni. Ve bu ibne evladının, sanki dersinde çok önemli şeyler anlatıyormuş gibi, son senede tek dersten öğrenciyi bırakma huyu vardı, bunun yüzünden kaç arkadaşımın okulu uzamıştı. Final vakti geldi, kara kara düşünüyorum. Bu herif bırakacak beni, ne yapsam diyorum. Sonra baktım bu herif bir kitap yazmış, hah dedim. 300 sayfalık, eğitim ekonomisi hakkında bir kitap. Kitabı hızlıca bir taradım. Tunus, Cezayir, Fas gibi eski Fransız sömürgesi ülkelerin verilerini toplamış, bir şeyler anlatıyor. Sonuç bölümüne geldim, kitabın sonuç bölümü şuna bağlanıyordu: "Kalkınmak için devletin eğitime yatırım yapması gereklidir". Ulan be beyin nöronlarını siktiğimin salağı, bu vardığın sonucu 250 sene önce Adam Smith demişti, bu vardığın sonucu 250 sene önce Adam Smith söylediğinde bir kıymeti harbiyesi vardı. Herif 300 sayfa boyunca, bin bir tane dipnot da vererek adeta eski bilgilerin üzerinden karbon kağıdıyla geçerek Amerika'yı yeniden keşfetmiş. hamallık etmiş. Lan dedim içimden, böyle saçma sapan bir kitabı dünyada ancak 20 kişi okumuştur. Yarısı buna profesör ünvanı veren kuruldur, yarısı da "oku la ehe mehe" diye emrivaki yaptığı arkadaşlarıdır. Bu hıyarın kitabının sonuç bölümünü bildiğin ezberledim, finalde de aslan payını oluşturan bölümü eğitim ekonomisi hakkında sordu (başka hakim olduğu bir konu olup olmadığından şüpheliyim). Finalde, bu herifin kitabındaki sonuç bölümünü biraz farklı kelimeler kullanarak, yani gavurun deyimiyle "paraphrase" ederek döşedim. BA gibi bir notla geçirdi beni. Artık vizesi 30 olan öğrenciyi nasıl o not ile geçirdi orasını anlamadım, 100 üzerinden 150 vermesi falan gerekiyordu zira. Artık birileri tarafından "siklenmiş olma"nın keyfine nasıl vardıysa "vay be, kitabımı okumuş ehehe" diye coşmuş amcam.

Neyse, bir gün bizim okulda bir konferans verdi bu adam. Dinleyen yaklaşık 50 kişi var, çoğunluğu da zoraki olarak biz öğrencileri. Baktım, en önde de şu az evvel anlattığım, işinin hakkını veren Türk hoca var. Bizim bu aslan parçası, adeta not tutmak için en öne oturmuş çalışkan bir öğrenci edasıyla kocaman bir defter açmış, elinde kalemi, notlar almak için konferansın başlamasını bekliyor. Zaten o manzarayı görünce bir kahroldum, içimden "ulan normal koşullarda senin ona konferans vermen lazım" diye hayıflandım. Konferans bitti, yerimden kalktım, bizim Türk hocanın defterine baktım. Bomboştu. Neden biliyor musun? Çünkü adam 2 saat konuşup hiçbir şey anlatmamayı başarmıştı. Hatta yarım saat boyunca Kamboçya'da çektiği derme çatma bir okul fotoğrafını gösterip, sıradan bir insanın bile yapabileceği kahve muhabbeti yaptı.

O okulda geçirdiğim her gün, benim yabancı düşmanlığım da, Atatürk'e olan sevgim de gayri ihtiyari olarak arttı. Yabancı düşmanlığı derken yanlış anlaşılmasın, sırf Batılı olduğu için ülkemde istediği gibi at koşturan insanlardan bahsediyorum. Deniz Gezmiş'in idam sehpasına çıkarılmak üzere girdiği hapisteyken babasına yazdığı bir mektupta dediği gibi, "Küçüklüğümden beri yabancılardan nefret ettim... Bu toprakları yabancılara bırakmayacağız" minvalinde bir yabancı düşmanlığı.

Tamam zaten ekonomik olarak küresel şirketlerin ve bankaların elindeyiz, bağımsızlıktan bahsetmek mümkün bile değil, bunların farkındaydım. Ama bazı şeyleri gözle görmek, birebir tecrübe etmek bir başka tesir ediyor insan üzerinde. "Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap binbaşısının 'Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın' diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla göz yaşında, Türklük şuuruna erdim." diyen genç Mustafa Kemal o gün neler hissettiyse, aynılarını hissediyordum o okulda geçirdiğim her gün. Lan dedim içimden, bu adam boş yere milliyetçi ve devletçi olmamış.

Ben milliyetçiliği, sonunda ölüm olan ve ertesinde Allah'ın huzurunda sorguya çekileceğimiz bu dünyada bir varoluş gayesi olarak da, hayat amacı olarak da görmüyorum. Sadece etnik milliyetçiliğe varmamak koşuluyla, bu dünyada var olmamız için gerekli ve şart bir araç olarak görüyorum. Bireyci bir insan olsam da, "ben" olabilmem için, bir "biz"in varlığına ihtiyaç duyuyorum.

Kurtlar bile sürüyle dolaşır. Alfa çift için en önemli şey, sürüsünün hayatta kalmasıdır ki kendileri de hayatta kalabilsinler.

Geçen sene, şu kıyıya cansız bedeni vuran Aylan Bebek olayı patlak vermişti hatırlarsınız. Onun üstüne de tüm Avrupa ayağa kalkmıştı. "Suriyeliler yalnız değil ehiri ehen" diye çeşitli sempatik ifadelerle mülteci almak istediklerini, gerek internet'e yükledikleri bireysel video'larla, gerek gazetelerinde bas bas bağırır olmuşlardı. Lan dedim, iyi de yıllardır açıkta zaten bu Suriyeliler, hayırdır, hangi dağda kurt öldü? Demek böyle sükseli bir haber lazımmış insanların dikkatini çekmek için, diye düşündüm. O vakit bu haberleri görünce, biraz da olsa insanlığa olan güvenim canlanmıştı. Güvene nasıl açsam artık... Hele hele Almanya'da, İskandinav ülkelerinde çiçeklerle karşılanan, o hoş melodili ve acıklı müzikli mülteci video'ları "helal lan" dedirtmişti bana da.

Dış basını sık takip ederim ben. Derken Aylan Bebek olayının üzerinden birkaç ay geçti, ufak ufak homurdanmaları duyulur oldu beyefendilerin. Mültecilerin sıkıntı yarattıklarından dem vurur oldular. Birkaç ay daha geçti, artık bu sefer alenen Avrupa'daki mültecilerin bir sorun olduğunu bas bas bağırır hale geldiler.

Davulun sesi uzaktan hoş geliyor tabi, amına koduklarım sizi.

Derken geçen sabah hep beraber öğrendik ki, Avrupa Birliği bu mültecileri Türkiye'ye kakalama konusunda ikna etmiş bizimkileri.

Yani çiçeklerle karşıladıkları garibanları, "siktirin gidin" diye kovuyorlar.

Şovlarını yaptılar, reklamlarını yaptılar, tüm dünyaya insanlık dersi verdiler ve 3-5 ay sonra da siktiri çektiler. Tıpkı o UNESCO'larla, UNICEF'lerle yaptıkları göstermelik iyilik seansları gibi.

Hiç abuk sabuk politik bahaneler uydurmayın oğlum, Avrupa bu. 19. yüzyılda Malthus'un da etkisiyle fakirlerin göz kirliliği yarattığını ve onlara sosyal yardım yapılmaması gerektiğini savunan, sözü etkili, aşırı liberal fikir adamlarına sahip bir kültür bu. Daha 20 sene evvel yanı başlarındaki Bosna'da olup bitenlere "Onlar bizden değil" diye sesini çıkarmayan insanlar. Hiç öyle "iyi ama bu politikacıların suçu ehihi" de deme bana. Tıpkı bizdeki gibi, tüm toplumlar kendi hak ettikleri politikacıları başa getirirler, daha doğrusu o nabza o şerbet uygun görülür. O politikacılar öyle etkili herifler değildir, iradeleri yoktur, fakat bir toplumun karakterini sembolize ederler. Tıpkı Donald Trump gibi bir ruh hastasını başa geçirme ihtimali olan Amerikan toplumu gibi. O olmazsa da, daha 10 sene evveline kadar George Bush gibi inanılmaz derecede akıl hastası bir adamı kendisine layık gören bir toplum bu. Soykırım üstüne kurulu oldukları halde geçmişiyle övünen insanları var bunların ve sayıları hiç de az değil.

Benim şu ufacık ömrümde ve kendi çapımda edindiğim tarih bilgimle öğrendiğim yegane derslerden biri şu oldu: Dostun batıysa, düşmana ihtiyacın yoktur.

Yalan yok, Türkiye'deki bu akıl almaz ahlaki çöküş yüzünden benim de aklıma çok geldi "Lan acaba yurt dışına mı yerleşsem? Hem okur hem çalışırım." fikri.

Ama yok. Dünyada şerefsizlerin baskın gelmediği bir toprak parçası yok.

Yıllar evvel aklımdan sildim o fikri. Burada doğdum, gücüm yettiğince burada mücadele edicem dedim kendi kendime. Olmazsa da, eğer her şey tükenirse, Nisa suresi 97. ayet gereği göçecek bir yer bulurum elbet dedim.

Bazı değerlerimizi çoktan kaybettik biz. Bu elbet kasıtlı olarak empoze ediliyor toplumlara. Fakat insanlar kötülüğü seçmeselerdi, empoze edilen bu yemleri yutmazlardı. İnsan, içinde iyiliğe de kötülüğe de inanılmaz bir potansiyel taşıyor, ikisine de olan potansiyelinin ucu çok açık. Ve insan, kendisini tanıdıkça, insanoğlunun kötülükte ne kadar ileri gidebileceğini daha da iyi fark ediyor.

2040'tan Mektup diye bir yazım vardı, kelimelerin anlamlarının değiştirildiğini ve bu sayede insanlara farklı kavramların, aynı kelimeler üzerinden yavaş yavaş kakalandığını anlatmaya çalıştığım kısa bir öyküydü. Misal din adamları tarafından en çok suistimal edilen ve anlam kaymasına uğratılan kelime "şükür"dür. Ben Kuran'da tek bir cümleye bile rast gelmedim fakirliğin övüldüğü veya aza kanaat etmenin tavsiye edildiği... Ama nedense "şükür" yüzyıllardır bizim toplumumuzda böyle tembih ediliyor, böyle algılanıyor. Neyse konumuz bu değil, misal olsun diye verdim sadece.

Aynı şekilde, dünya çapında anlam kaymasına uğratılan bir diğer kelime de "milliyetçilik". Sanki ırka dayalı bir kökeni varmış gibi, ırkçılıkmış gibi lanse ettiriliyor yıllardır. Ve insanlar akıllarını işletselerdi, bu yemi de yemezlerdi elbet.

"Dünya vatandaşı" diye bir tanım türedi artık. Kaşarlanmış okuyucularım az çok bilir bu ifadenin hangi gruplar ve kuruluşlar tarafından kakalandığını. Tek dünya devleti kurma emelindeki, küreselleşme yanlısı elitten bahsediyorum. Eğer bir toplum, vatan ve millet bilincini yitirirse geriye toplum değil, güdülmeye mahkum sürüler kalır.


Her taşın altından çıkar bizim Rockefeller ailesi. Bu işin okullarını kurar, batıcı ve küreselleşme yanlısı eğitimler verir, öğrencilerin beyinlerini yıkar. Genç bu, beyni vakumlu süpürge gibidir, ne verirsen emer. "Dünya vatandaşlığı" ve "küreselleşme" konulu bir seminerin görüntüsünü aldığım bu kare, ABD'deki Dartmouth Üniversitesi'nden. Dünyanın genelinde de durum farklı değil.

Bob Marley'in "Could you be loved?" (Seviliyor olabilir misin?) şarkısı baştan aşağı bu tezgaha küfreder. "Don't let them school you" (Seni eğitmelerine izin verme) diye bağırır adamcağız.

Ben açıkçası kahroluyorum, kendisine zerre kadar değer vermeyen insanların gözüne girmeye çalışan bu kadar genci gördükçe. Kendilerine "Özgürlük, demokrasi, insan hakları" adı altında, "aç ağzını aç kamyon geliyor" dercesine yutturulan bu yeme kanan insanları gördükçe ben kahroluyorum. İnsanların çok ama çok büyük çoğunluğu bu güzel ahlaki kavramları savunmaz, bunları kendi çıkarları doğrultusunda kullanır, suistimal eder. İlericisi de, gericisi de. Batılısı da, doğulusu da. Siklerinde değildir ne özgürlük, ne de insanlık.

Bizim insanımız da modernleşme peşinde koşucam diye iyice sömürge zihniyetli kişilere dönüştürüldü yıllardır.

Ben baya baya yalnız hissediyorum artık. Zira "ben" olarak varlığımı sürdürebilmem için "biz"e ihtiyacım var. Ama artık biz kim, onlar kim, çıkamıyorum bu işin içinden. Sabır diyorum içimden, sabır. Ha bu arada, din adamları tarafından en çok suistimal edilen kelimelerden biri de budur: Sabır. Sabır sinmek değil, mücadele etmektir. Neyse konuma dönüyorum ben.

Şu meşhur Matrix'in yapımcısı olan spiritüalist Wachowski Kardeşlerin bir filmi var, Cloud Atlas diye. Aslında baştan aşağı analizini yapmak lazım bu tipik Hollywood propagandasının da neyse, ben şimdilik konuyla alakalı parçayı alayım. Film topyekün bir New Age propagandasıdır ki artık yıllardır yaldır yaldır bağırıyorum New Age'in panteist bir tek dünya dini projesi olduğunu. Cloud Atlas, sikimsonik bir reenkarnasyon hikayesi üzerine kuruludur. Milliyetçiliği eleştirir, tek dünyacı küresel mesajlar verir. Milliyetçiliği eleştirmez bile aslında, milliyetçiliği ırkçılık olarak gösterir ve milliyetçiliğin ancak cahil, alt tabaka insanlar tarafından sahiplenilen bir kavram olduğunu yedirir izleyiciye.

Misal bu yaşlı emmi, kötü birilerinden kaçarken bir bara girer ve kötülerin elinden kurtulmak için bağırır. Çakallık yapıp dikkatleri üzerine çeker.


Heeeyt diye bağırır. Bundan sonrasında alt yazıları okuyun.


(İskoçlu ne amına koyim, hazırlayacağınız alt yazıyı sikeyim)



Bahsettiği kötü İngilizler bunlardır:


Ardından bardaki ahali "Tamam dayı, mevzu bizde" diyerek emmiyi sahiplenir. Şimdi cast seçimindeki tiplere iyi bir bakın. Milliyetçi duygulara sahip İskoç tipler bunlardır:





Kör göze parmak sokulurcasına verilen mesaj gayet nettir. Milliyetçilik ancak böyle cahil ve varoş kimseler tarafından sahiplenilir. Ve milliyetçilik ırkçılıktır.

Bu filmde 6 farklı hikaye iç içe anlatılır, böyle sikimsonik ve hesapta sanatsal bir tekniği vardır ki eminim izleyenlerin yarısından çoğu tıpkı Matrix filminde olduğu gibi filmden hiçbir sikim anlamamış halleriyle "çok iyi abi yaa" demiştir. Wachowski Kardeşler hiç motoru soğutmadan hemen bir sahne sonra, diğer hikayelerden birine geçer ve yine aynı mesajı izleyiciye tekrar yedirir:



Bu sahnede de "kötü adam", bu kadına "Kapa çeneni amına koduğumun Meksikalısı" diye bağırır. Oradaki küfürü lanet diye çevirmişler tabi ki ehehe.

Verilen mesaj yine açıktır, milliyetçilik ırkçılıktır ve kötü adamlar tarafından sahiplenilir.

Ardından birkaç sahne sonra bizim Meksikalı abla, kötü adamın arkasından sessizce gelir, demir bir sopayla öldürene kadar vurur herife.


Adamı öldürene kadar, kafasına defalarca demir sopayla vurur. Ve burada izleyiciye şeytani bir manipülasyon tekniği uygulanır. Teyze, vahşi bir yamyama bağladığı bu sahnelerde İspanyolca konuşur. Konuşmaları kasıtlı olarak İngilizce değildir, zira teyzenin varoş ve cahil bir imaja sahip olması istenir. İspanyolca "hebelübe lübehübe" diye konuşturulur. Zira birazdan kendisi, vahşice öldürdüğü adama şu sözleri söyleyecektir:


Verilen mesaj yine açıktır. Milliyetçilik ırkçılıktır ve ancak böyle ilkel, varoş, cahil insanlar tarafından sahiplenilir.

Şimdi ben burada böyle anlatınca, bu manipülasyon teknikleri çok basitmiş gibi görünüyordur size. Hani Bob Ross Trt'de müthiş bir manzara resmi çizer, o çizerken sana çok kolaymış gibi gelir. Sonra çocuk halinle gaza gelip evde guaj boyayla veya sulu boyayla sen de manzara resmi çizmeye koyulursun ve yarrak gibi bir resim çizersin. "Hassiktir lan, o ibne yapınca kolay gözüküyordu" diye de sinir olursun. İşte bu da o hesap. Öykü içerisinde çok sinsice yediriliyor bunlar izleyiciye. Müthiş efektli ve sanatsal imajlı bu film, izleyiciye hesapta "evrensel" barış mesajları veriyordur. Oysa sırf şu sahnelerde bile yapılan şey, açık bir manipülasyondan ibarettir. Milliyetçilik ile ırkçılığı iç içe sokarlar, birbirine karıştırırlar ve izleyicinin zihnine "milliyetçilik cahilliktir" kodunu yerleştirirler. Hollywood ve medya, küresel elitin en büyük silahlarından biridir.

Önceki yazılarımda sıkça bahsettiğim Stratfor'u hatırlayacaksınızdır, bir nevi küçük CIA'dir, CIA'e bağlı bir think-tank kuruluşudur. 2014 yılında yayınladıkları şu makaleyi zamanında not etmiştim ama şimdiye kullanmak nasipmiş. Brezilya'daki 2014 Dünya Kupası hakkında şöyle bir makale yayınlamışlardı:


"Dünya Kupasında milliyetçilik sürüyor"

Abiler milliyetçiliğin yıkılmamasından rahatsız olmuşlar. Eh söylememe lüzum dahi yok, makalenin içeriğinde ufaktan ufağa milliyetçiliğe giydiriliyor elbette.

Velhasılıkelam, uzatmaya gerek yok. Ben anlayana sivrisinek saz misali birkaç örnek verdim size. Tek dünya devleti kurma amacındaki küresel elit, milliyetçiliği tukaka gösterir ve ulus devlet kavramını artık yeryüzünden kaldırmak ister.

Vatan ve millet bilincini kaybetmiş, birlik olmayı becerememiş toplumların başına neler geldiğini sırf yakın coğrafyamızda olan bitenlerden ve içimizde patlayan bombalardan bile görüyoruz. Önce Yugoslavya'yı böldüler, Bosnalıları katlettiler. Yıllardır Ortadoğu'yu bölüyorlar, o insanların halleri ortada. Yakında bizim de Suriyelilerin durumuna düşmeyeceğimizin garantisini kimse veremez. Evet bir Ortadoğu ülkesi değiliz, bir devlet geleneğine sahibiz, fakat artık millet bilincimizi gitgide kaybediyoruz. Değerlerimizi yitiriyoruz.

ABD önce bizzat Ortadoğu'ya girdi, sonra bölgeden çekildi ve Şii-Sünni savaşlarıyla, Selefi-Kürt savaşlarıyla "yiyin lan birbirinizi" dedi.

Eğer biz de birlik olmayı başaramazsak, birbirimizi yiyip bitirirsek, aynı yemi yutmuş olucaz.

Osmanlı, son yüzyıllarında artık bilimdeki gerilemesiyle, uyuşukluğuyla ve cehaletiyle batmaya mahkum bir devlet haline gelmişti. Fakat Osmanlı'nın çöküş sürecini hızlandıran bir diğer etmen de Jön Türk akımı oldu. Batı'yı taklitçilikten öteye gidemeyen bu herifler, kendileri çok matah bir bokmuş gibi kendilerini milletten üstün gördüler. Aynı günümüzde, kendisi çok bir sikime derman oluyormuş gibi başkalarına "çomar" diyen tipler gibi. Yok öyle yağma, eğer sahiden eğitimliysen ve samimiysen, derdini izah eder, çabalar ve üretirsin.

Şu siktiğimin ölümlü dünyasında birbirimize caka satmanın, ego yarıştırmanın, boş gururlara girmenin ve modernleşme ayağına içi boş kavramların peşine düşmenin anlamsız olduğunu fark ettiğimiz gün, birlik olabiliriz. Bunları ilericisine de, gericisine de, bu ülkede birbirine kırdırılmış kaç kutup varsa hepsine söylüyorum. Bu işin şucusu bucusu olmaz, ancak ve ancak; iyisi olur, kötüsü olur, insanlar ancak bu iki gruba ayrılabilirler.

Ben bireyci bir insanım, fakat birey olarak "kendimi gerçekleştirmem" için sağlam, sağlıklı ve bilinçli bir toplumda yaşamam lazım. İyi işler yapmak için iyi yaşamak lazımdır. Ben bu ülkede üretmek, bu ülkede çalışmak, bu ülkede zekatımı vermek istiyorum. Çünkü burada doğdum. Burası benim vatanım. Burayı terk etmek istemiyorum.

Ya birlik oluruz, ya da beraber yok oluruz.

Selam.

3 Mart 2016 Perşembe

UNESCO ve Türklere Kakalanan Hurafeler

Selam kaynatasızlar.

Yine belgelerimle geldim, lakin söze başlamadan önce belirtmem gerekenler var. Birincisi bu yazıyı sabırla sonuna kadar okumanızı istiyorum, zira harcadığınız her saniyenin karşılığını fazlasıyla alacaksınız. Yazı bazılarınız için biraz sıkıcı başlayabilir, zira size tarihteki birtakım kılkuyruk heriflerin yazdıklarından örnekler vereceğim, fakat bu hıyar heriflerin öğretilerini ve etki alanlarını bilmeden Türk halkının hem geçmişteki, hem de günümüzdeki durumu anlaşılamaz. Öğrenmek için bu kısımları sabırla okumak zorundasınız, zira köyde cenazeye gelmeyeni düğünde halaya almazlar kaynatasız. Yoksa piyasada oturduğu yerden sadece kulaktan dolma bilgileriyle tespit sıçan heriften bol ne var? İkinci ricam ise şu olacak, bu yazıyı okuduktan sonra sadece "hassiktir ya, vay anasını, neler neler olmuş" diye hayıflanmakla kalmayacak, üretmek ve daha fazlasını okumak için bir şeyler yapacaksınız ki burada anlattıklarımın sizin için bir manası olsun. Ben bu araştırma yazılarını Allah'ın rızasını kazanmaktan başka bir amaç için hazırlamıyorum, benim için her halükarda hava hoş, siz düşünün kendinizi. "Ben bunları zaten biliyorum, sizin için anlatıyorum çocuklar" diye söylenen sikindirik tarih öğretmeni edasıyla konuşmuş gibi oldum biraz ama neyse ehehe, anlaştıysak ben ufaktan girizgahı yapıyorum sevgili gadasını aldıklarım.

İmrenmek ile kıskanmak arasındaki farkı bilir misiniz? İmrenmek, başkasında gördüğünüz bir başarıyı bizzat yapma isteği, yani o başarıya gıpta etmektir. Kıskanmak ise başkasında gördüğünüz bu başarıya katlanamama halidir. Yani imrenmek olumlu, kıskanmak olumsuz bir mana içerir. Benim imrendiğim çok insan olduysa da, şimdiye kadar kıskandığım sadece iki insan oldu. Ne zaman güzel bir film izlesem veya güzel bir kitap okusam, "ulan ben bunun daha iyisini yazarım" diye hırslanır, imrenirim. Fakat Ayn Rand'ın Fountainhead'ini okuduğumda "ben bu kadar iyi bir şey yazamam lan" diye moralim bozulmuştu. Bildiğin kıskandım koduğumun karısını. Kıskandığım diğer insan ise, hayatını okuduktan sonra Biruni oldu. Bu yazıda da zaten nasıl Biruni'lerden, abuk subuk hocaefendi hazretlerinin veya siyasetçilerin eline düştüğümüzü ve bu geri kalmışlığın neden ısrarla devam ettirilmek istendiğini anlatmaya çalışıcam.

10. ve 11. yüzyıllarda yaşayan Biruni, 180 civarında kitap yazmıştır ve bu kitapların birçoğu astronomi, fizik, tıp, matematik, coğrafya, biyoloji gibi bilim dallarına aittir. Kendisi aynı zamanda felsefeyle de ilgilenmiştir. Zaten Platon'un meşhur "Dünyayı filozoflar yönetmeli" sözünde kastettiği filozoflar da böyle birçok alana hakim, komple adamlardır, yoksa okulda dersine giren meymenetsiz süveterli felsefe doçentinden bahsetmiyor adam. Her neyse, Biruni'nin yazdığı kitapların çok azı günümüze ulaştıysa da, hakkında edindiğim izlenime göre Biruni muhtemelen dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünü bile keşfetmiş olabilir. Kendisi dünyanın ekliptik eğiminin 23 derece 27 dakika olduğunu hesaplamıştır ve bu, günümüzdeki ölçümlere son derece yakın bir ölçümdür. Tamam dayı anladık astronomiye hakimsin, fakat o kadar bilim dalına aynı anda nasıl hakim olabiliyorsun? Hadi hakim oldun, nasıl bu kadar üretken olabiliyorsun? Biruni'yi bilim yapmaya sevk eden şey, Ali İmran suresinin 191. ayetindeki "Onlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler: 'Ey Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın' derler" sözleri olmuştur. Ben de aynı ayet sayesinde motive olup ayakta durmaya, bir şeyler üretmeye çabalıyorum. Beni de motive eden şey bu ayette belirtildiği gibi hayatın ve yaratılışın bir anlamı olduğunu düşünmemdir. Fakat Biruni'yi acayip kıskanıyorum. Ben asla bu kadar zeki ve üretken olamam diye resmen kıskanıyorum adamı, abartmıyorum bak.

Şimdi bu anlatacaklarımı iyi dinleyin, zira öyle haybeye İslam güzellemesi yapmayacağım, konuyu çok ama çok önemli yerlere bağlıycam. 8. ve 13. yüzyıllar arasındaki dönem, müslümanların patır patır Biruni yetiştirdikleri yıllardır. Bu yaklaşık 500 yıllık döneme "İslam'ın Altın Çağı" denir ki müslümanlar, bu yıllarda bilim ve ilimde dünyanın geri kalanına farkın kralını atmıştır. Yani bugünden örnek vereyim diye düşünüyorum, bugünün Japonya'sı da desem, Nasa'sı da desem eksik kalacak. Belki müslümanların dünyanın geri kalanına attığı farkı, bugünkü Güney Kore'nin Kuzey Kore'ye attığı farka benzetebiliriz. O Haçlı Seferleri boş yere yapılmadı moruk, birbiriyle sürekli kavga halinde olan Hristiyan kontlar, dükler, prensler durduk yere "noluyo lan oralarda?" diye birlik olmadı. Müslümanlar sadece eski Yunan eserlerini kendi dillerine çevirmekle yetinmedi, onları inanılmaz derecede geliştirdi ve daha sonra Avrupa'nın rönesansına temel oluşturdu. Hatta 8-13. yüzyıllar arasındaki müslüman dünyasının bilimdeki başarısını sadece Antik Yunan eserlerinin çevrilmesi ve geliştirilmesine bağlamak, batılı tarihçilerin yıllardır bizlere attığı kazıklardan biridir. Zira özellikle Orta Asyalı (Türk) ve İranlı müslüman bilginler birçok alanda sıfırdan başlayarak bilim icra etmişlerdir ve bu durum batı tarafından dikte edilen tarih sebebiyle pek de açık seçik dile getirilmemektedir. Bu son söylediklerimi de Princeton Üniversitesi'nden tarihçi Frederick Starr, 680 sayfalık eserinde tüm detaylarıyla açıklar [1]. Bu itirafları da bir nevi, yıllarca zencilere ırkçılık yapan ABD'nin, son yıllarda sürekli kölelik ve ırkçılık karşıtı filmler yaparak günah çıkarma seansları gibi bir geçmişle yüzleşmedir. Her neyse, konumuza dönelim. Harezmi, Kindi, Farabi, Battani, İbn Rüşt ve saymaya kalksam bir yerden sonra adlarını okumayı bırakacağınız yüzlerce meşhur bilim adamı çıktı o müslüman toplumdan, bak yüzlerce diyorum ve daha kim bilir ismi günümüze ulaşmayan kaç bilim insanı daha çıktı. Hele hele bir El Cezeri var ki, dünyanın ilk robotunu yapmış, icat ettiği makineler günümüzdeki birçok teknolojiye temel oluşturmuş, hatta ve hatta Leonardo Da Vinci'ye bile esin kaynağı olmuştur. Literatürü biraz taradığınızda, o dönemin koşulları için akıl almaz buluşlara imza atan müslüman bilim adamlarıyla karşılaşacaksınız. O dönemlerde Avrupa'da tıp bilimi büyücülük olarak kabul edilirken, doktorluk yapmaya çalışanlar "Cadı bu!" diye yakılıp asılırken, El-Zehravi denilen adam 200'den fazla ameliyat aleti icat etmiş, tarihteki ilk migren ameliyatını yapmış ve tıp alanında daha birçok "ilk"lere imza atmıştır. Kendisiyle ilgili Türkçe kaynak pek bulamazsınız, zira 13. yüzyıldan beri eloğlu bu adamların kıymetini bizden daha iyi biliyor. El-Zehravi yaban ellerde Abulcasis ismiyle bilinir ve ünvanı "Cerrahlığın Kurucusu"dur. Peki nasıl oldu da bir zamanlar Cerrahlığın Kurucusunu yetiştiren müslümanlar, şimdi Cerrahi tarikatında hah huh hah huh diye zikir ayini yapan tuhaf insanlara dönüştüler?

Bu yazının bazı bölümlerinde, özellikle de ilk kısımlarında, "Tasavvuf ve Tarikatlardan Tek Dünya Dinine" adlı iki bölümlük makalemde anlattıklarımın biraz üstünden geçme gereği duyacağım. Fakat asla aynı yazı olmayacak, burada size tonla yeni bilgi ve delil sunucam, Karagümrük çocuğuyum sözüm senet. "Ya sikko bazen aynı şeyleri tekrar tekrar anlatıyorsun" tarzında eleştiriler alıyorum ve bunda haklısınız. Fakat ben de haklıyım, zira sadece bir yazımı okuyan adam, benim o anlattıklarımın altını önceki yazılarımda nasıl doldurduğumu bilmiyor ve kıçımdan salladığımı düşünüyor. Ayrıca benim bu blog'da anlattığım tüm konular birbiriyle ilintili olduğu için, tıpkı bir puzzle'ın parçaları gibi olduğu için bunu yapmak zorundayım. Tasavvuf hakkındaki önceki makalemde; esasen bambaşka bir din olan tasavvufun, İslam dünyasına nasıl sızdığını ve Kuran'la nasıl çeliştiğini anlatmıştım. Bu yazıda ise tasavvufun bize, yani "Türklere" hem geçmişte, hem de günümüzde nasıl kakalanmakta olduğu üzerinde durucam.

Unesco bildiğiniz üzere 2007'yi "Mevlana Yılı" ilan etmiş, hem Türkiye'de hem tüm dünyada yığınla adeta Mevlana'ya tapınma törenleri düzenlemişti. Bunun altında yatan amacı bilmeyen insanımız da "heleloy" nidalarıyla övünmüştü.

Unesco her sene, birçok ünlü tarihi kişi hakkında anma törenleri düzenler. Bu sene de iki ünlü Türk için hem burada, hem dünya çapında anma törenleri düzenleyerek bizi onore edecekler (!).



Bu kişiler Ahmet Yesevi ve Fuat Köprülü'dür [2]. Peki bayram değil seyran değil, Unesco bizi neden öptü?

Bunu anlamak için 12. yüzyılda yaşamış olan Ahmet Yesevi'yi ve daha sonra 1920'li yıllarda, yani cumhuriyetin ilk yıllarında, unutulmaya yüz tutmuş olan Ahmet Yesevi'yi adeta yeniden hortlatan Fuat Köprülü'yü bilmemiz gerek. Bu şahısları bilmek, Türk halkının yüzyıllardan beri gelen dini inancını ve sosyolojik yapısını anlamak için şarttır. Bu kişiler bilinmeden Türk halkının hangi kültürlerden beslendiği anlaşılamaz. O nedenle bu anlatacaklarımı, tasavvufu İslam zanneden müslümanlar ayrı bir dikkatle, koca insanlık tarihini kendi yaşadıkları 30-40 yılda gördükleriyle değerlendiren ve dünyadaki her kötü olayı İslam'a bağlayan tırt ateistler ayrı bir dikkatle okusunlar.

Genel kanının aksine Türkler, İslam'ı Araplardan değil, İranlılardan öğrenmişlerdir [3]. İranlılardan sonra ise Türk halkına İslam'ı öğreten diğer kesim; İran sınırından Orta Asya'ya kadar uzanan coğrafyada yer alan tasavvufçular olmuştur ve bunların en önemlisi Türkistan'da yaşamış olan Ahmet Yesevi'dir [4]. Ahmet Yesevi'nin etkisiyle bilhassa 12. yüzyılda ve ondan sonraki tarihlerde Türklerin yaşadıkları şehirler; tekkeler, dergahlar, şeyhler ve tasavvufçular ile dolmuştur. Yani Türklerin İslam anlayışına, peygamberimizden çok sonra peydah olan tasavvuf felsefesi hakim olmuştur. Daha önce tasavvuf öğretisinin ne olduğunu 5 yaşında bir çocuğa anlatır gibi anlattığım malum makalemde, tasavvufun; vahdet-i vücud, vahdet-i şühud, şeyhlik, keramet, velayet mertebesi, tarikatçılık, çilecilik, Allah'ta yok olmak (fenafillah), dünyayı terk etmek, sabah akşam nafile ibadet etmek gibi İslam ile hiçbir alakası olmayan, hatta İslam'a tamamen zıt inançlara sahip olduğunu anlatmıştım. Yani Türklerin bir mutasavvıf (tasavvufçu) olan Ahmet Yesevi'den ve onun öğrencilerinden öğrendikleri şey ne kadar İslam'dır, bu tartışılır (bence tartışılmaz da neyse).

Ahmet Yesevi, İslam ile tasavvuf inancını harmanlayıp, sade bir Türkçe ile eserler yazmış ve bu sayede halka kolayca nüfuz etmiştir. Etrafında on binlerce mürit toplamış ve birçok bölgeye halifelerini atamış, bu sayede de kendisinden yıllar sonraki birçok kişiyi ve tarikatı etkilemiştir. Misal Ahmet Yesevi'nin etkilediği Türk tasavvufçulardan biri, İslam anlayışı haşa "Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm" olan meşhur Yunus Emre'dir. Yesevilik tarikatı, geçmişte de günümüzde de hala etkili olan Nakşibendi tarikatını ve Bektaşiliği de etkilemiştir. Yani özetle, Türklerin İslam inancının oluşmasında ve şekillenmesinde Ahmet Yesevi'nin etkisi büyüktür. Fuat Köprülü de, 1919 yılında yazdığı ve en meşhur eseri olan "Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar"da bunu belirtmiş, Ahmet Yesevi'yi öve öve bitirememiştir.

Şimdi Türklere İslam'ı (!) öğreten en önemli figürlerden olan Ahmet Yesevi'nin öğretilerine bir bakalım. Kendisinin en meşhur eseri Divan-ı Hikmet'tir, bu kitapta da adına Hikmet dediği çeşitli şiirler vardır. 126. hikmetinden bazı kesitler göstereyim:



Bu dizelerde Ahmet Yesevi, "Ben Allah'ım" diyen panteist Hallac-ı Mansuru över. Hallac, tüm tasavvufçuların atası, piridir, bunu önceki yazılarda da belirtmiştik sayın kaynatasızlar. "Tavasin" adlı kitabında "Benim yoldaşım ve öğretmenim, İblis ile Firavun'dur" diyecek kadar ruh hastası bir kişilik olan ve "Hallac onları Allah aşkıyla söyledi, siz anlayamazsınız" gibi salak ifadelerle savunulan Hallac-ı Mansur'u elbette tüm tasavvufçular gibi Ahmet Yesevi de sahiplenir ve över.

Aynı Hikmet'in son dörtlüğünde de şunları söyler pek kıymetli Ahmet Yesevi hazretleri:



Bu dizelerde kendisi Budizm'deki karşılığı Nirvana, Hinduizm'deki karşılığı da Samadhi olan "Allah ile bir olma" inancının hesapta İslami versiyonu "Fenafillah"a erişmesi gerektiğinden bahseder. Bizim gariban Türklere de bu pagan inancı İslam diye bir güzel kakalayıverir.

Veya aynı naneyi kendisinin 27. hikmetinde de görürüz:



Özellikle bu iki dizede tıpkı Mevlana'da ve diğer tasavvufçularda gördüğümüz gibi benliğin (nefsin) bir suç, bir günah kabul edildiği ve onun öldürülerek Allah ile bir olunması gerektiği, Ahmet Yesevi'nin de bu yolda ilerlediği anlatılır. Ne diyeyim, Allah gazasını mübarek etsin ehehe.

Hatırlarsanız tasavvuf jargonunda aşık kul demek, maşuk ise aşık olunan, yani Allah demektir. Mevlana, Divan-ı Kebir'inde şunları söyler [5]:



Yani ha aşık, ha maşuk, ikisi de aynı şey. Ha yaratılan, ha Yaratan, ikisi de aynı şey. Yaban ellerde günümüzde New Age diye kakalanan panteizm inancı, Vahdet-i vücud inancının temelde birebir aynısıdır. Şimdi neden Mevlana'yı örnek olarak gösterdim? Çünkü Ahmet Yesevi de tam olarak onun dilinden konuşmaktadır, lütfen şu iki dizeyi okuyun [6]:



Burada Ahmet Yesevi'nin, kendisinden 100 yıl sonra Mevleviliği kuracak olan Mevlana'yı bile ne kadar etkilediğini görüyorsunuz. Birebir olarak aynı ifadeyi kullanırlar. Ahmet Yesevi de hem aşık, hem maşuktur, yani haşa Allah'ın bir parçasıdır. Hatta Ahmet Yesevi denen ruh hastası hızını alamayıp kendine Allah'ın "Rahman" ve "Süphan" sıfatlarını da yakıştırır yukarıda göreceğiniz üzere.

Allah'ın bazı sıfatları insanlarda da kısıtlı ölçüde vardır. Örneğin insanlar da Allah gibi merhametli olabilir, affedici olabilir. Fakat Rahman gibi sadece Allah'a ait olan "sınırsız" bir sıfatı kendisine de layık görür Ahmet Yesevi. Neden? Çünkü kendisi de birebir olarak Allah'tan kopan bir parçadır. Tasavvuf inancı budur. Oysa sırf Kuran'daki İhlas suresi, yani şu hesapta çok dindar olan milletimizin "kulhuvallahü..." diye başlayıp anlamını bilmeden okuduğu İhlas suresi bile, Allah ile onun yarattıkları arasına bir çizgi çeker, Allah'ın eşinin, denginin ve hatta bir benzerinin bile bulunamayacağını söyler. Hele hele "Sübhan" demek, tüm noksanlıklardan münezzeh olan, kusursuz olan demektir. Ee Ahmet Yesevi de fenafillah makamına erişince, tıpkı Allah gibi kusursuz olur. Bu sebeple ki daha canınız sıkılmasın diye göstermeye gerek görmediğim diğer dizelerinde Ahmet Yesevi, insanlara kurtuluşa ermeleri için kendi yazdığı hikmetleri okumaları gerektiğini emreder. Zira kendisi de Allah'ın yeryüzündeki bir tecellisidir (!). Tıpkı Allah ile bir olan ve yazdığı Mesnevi için "Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir" ifadesini kullanan Mevlana gibi [7], kendi hikmetlerinin de insanları kurtuluşa erdireceğini söyler Ahmet Yesevi.

Müslümanlar, yazının başlarında değindiğim o altın çağlarında bilimle ve akıl yoluyla Allah'ın yaratışını incelerken, Uzakdoğu ve Kabala mistisizminden etkilenen tasavvufçular "gerçek bilgiye ancak vahiyle ulaşılır, o da biz şeyhlere nasip olur" argümanını üretmişlerdir. Öte yandan bu şeyh ve veli gibi ulu zatların birtakım "kerametler" gösterdiklerini, bu kerametlere inanmayanların da kafir olduklarını öne sürmüşlerdir. İşte 12. ve 13. yüzyıllarda bu tasavvufçular, akılcı gruba baskın gelmiş ve müslümanların çöküşünü başlatmışlardır.


Fakrname adlı eserinde çok büyük bir alçak gönüllülük örneği gösteren Ahmet Yesevi, kendisi için "Şeyhlerin Sultanı Ahmet Yesevi Hazretleri" demektedir [8]. Gerçi hadi bir ihtimal de olsa günahını almayalım, Fakrname'nin Ahmet Yesevi'yi dinleyen talebeleri tarafından yazıldığına dair iddialar da vardır, fakat bunun pek bir önemi yoktur, zira sonuç olarak bu adam müritlerine bunları anlatmış, müritleri de beyinlerini kendileri gibi bir ruh hastasına teslim etmişlerdir.



Lütfen altını çizdiğim cümleyi okuyun. Fakrname'de Allah ile bir olma yolunu ve mertebelerini anlatan Ahmet Yesevi, bu uyduruk mertebelere iman etmeyenin şeytana uyacağını söyler [9]. Yani şu meşhur "şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır" sözünü, farklı kelimeler kullanarak ifade eder. Ulan be kafasının içindeki sümüğümsü organı kullanmaya gerek görmeyen arkadaşım, sizin en tepedeki şeyhinizin de şeyhi yok. E bu mantıkla sizin şeyhiniz şeytanın ta kendisi oluyor o zaman. Ha ama buna da "Şeyhimizin şeyhi Hazreti Muhammed'dir" diye kılıf uydururlar. Valla Allah'ın elçisi olan Hz Muhammed, sizin gibi uyduruk ezoterik bilgiler anlatmıyordu insanlara ve kendisi bir şeyh değildi.

"Sahte şeyh" diye bir laf vardır, haberlerde falan çok duyarsınız. Bu laf tıpkı "YDS sınavı" gibi anlatım bozukluğu içeren bir ifadedir. Zira şeyhin hakikisi yoktur ki sahtesi olsun amına koduğumun yerinde. Ya en azından şu dini içerikli yazılarda küfretmiyim diyorum da kendimi tutamıyorum moruk, Allah affetsin artık beni de ne diyeyim. Sen bu sikko herifin ahlaksızlığını değil ilimini al kaynatasız ehehe.

Bu Uzakdoğu öğretilerinde bulunan "Allah ile bir olma, Allah'ta yok olma" mertebelerine biraz yorum katarak, onların tıpatıp aynılarını tasavvuf adı altında müslümanlara kakalamıştır bu şeyhler. Oysa Kuran'a göre insan veya hiçbir yaratık, Allah ile bir olamaz ki bu işin mertebeleri olsun! Bu hurafe işinin bizim gariban Türkmenlere kakalanma şubesi de, işte bu UNESCO tarafından "sevgi ve hoşgörü timsali" adı altında altın tepsi içinde sunulan Ahmet Yesevi'dir. Ahmet Yesevi de diğer tüm tasavvufçular gibi bu saçma inançları İslam diye kakalamış, hem Fakrname hem de Mir’âtü’l Kulûb adlı kitaplarında bu Allah ile bir olma mertebelerini anlatmıştır. Önceden de defalarca dediğim gibi, bu tasavvuftaki "sevgi ve hoşgörü" olayı tamamen palavradır. Zira bu adamlar zaten kendi yollarına uymayan herkese kafir gözüyle bakar, sertçe dışlarlar. "Ne olursan ol gel" lafıyla başlayan o "sevgi ve kardeşlik" mesajları dolu şiir bile Mevlana'ya ait değildir, hadi getirin bakıyım bana bir kaynak, nerede söylemiş o lafı? Bir senemi harcadım da bulamadım. Kimse de bulamadı, çünkü onun değil o şiir. Mevlana'nın Mesnevi'si, kendisinin yolunu izlemeyen insanlara tehditler ve hakaretler saçmasıyla doludur. Gerçeğin, sizin hayal dünyanızda kurduğunuz romantik hikayelerle alakası yoktur sevgili tasavvufu iyi bir halt zanneden kardeşlerim.

Fuat Köprülü'yü elbette Ahmet Yesevi denilen şarlatanla bir tutmayacağım. Fuat Köprülü, cumhuriyetin ilk yıllarının büyük bir bilim adamıdır, tarihçisidir. Kendisinin ne haltlar karıştırdığına yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğim, fakat aynı zamanda Köprülü'nün "Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar" kitabını da kaynak olarak kullanacağım. Zira Köprülü bu eserinde, Ahmet Yesevi'yi ve Yunus Emre'yi övse de, en nihayetinde bu adamların hayatlarını, müritlerini ve etkilerini detaylıca araştırıp kaynaklarıyla anlatmıştır. Şimdi bu kitabın önderliğinde, Ahmet Yesevi'nin nasıl bir ruh hastası olduğunu göstereceğim size. Sadece bu kitapta değil, Ahmet Yesevi ile ilgili hemen her kaynakta da bulabilirsiniz bu bilgileri. İşaretlediğim bölümleri ister okuyun, ister okumayın, ben özetini geçeceğim [10]:



Çilecilik yani asketizm, yine pagan bir inanıştır, çünkü bu salaklar benliğin, Allah ile bir olma yolunda bir engel olduğuna inanırlar ve o yüzden nefslerine kötü davranıp onu öldürmeye çalışırlar. Bu dünyada kendine kendi elinle eziyet etmenin hiçbir İslami tarafı yoktur, zira Allah Kuran'da insanın nefsine ve bedenine zulmetmesini yasaklar, tam tersine ona iyi bakmasını ister. Gel gelelim Ahmet Yesevi denen ruh hastası, 63 yaşına geldiğinde içine kapanıp çile çekmek için adı üstünde bir çilehane inşa ettirir. Sebep? Kendisi, Hz Muhammed 63 yaşında öldüğü için, bunu "peygamber sünneti" olarak görür ve 63 yaşından sonra yaşamayı kendine haram kılarak hayatını bundan sonra ufacık ve karanlık bir odada çile çekerek geçirir.

Ulan be gerizekalı, Hz İbrahim'in sünneti diye oğlunu mu bıçaklamaya kalkacaktın? Be ruh hastası, Yunus Peygamberin sünneti diye katil balinaya kendini yem mi edecektin? Be etrafına topladığı müritlerinden akılca gram farkı olmayan sersem beyinli, Nuh Peygamberin sünneti diye Titanic mi inşa edecektin? Ha bak keşke bu son dediğimi yapsaydın da insanlığa bir hizmetin dokunurdu, ama ona da aklınız nah erer sizin. Varsa yoksa hah huh halahula cap cup.

İşte bu kafa hala kerameti misvakta arar, ağız temizliğinde değil. Misvak kullanmayı, şalvar giymeyi, sakal uzatmayı peygamber sünneti zanneder. Sizin ben taklitçilikten ibaret sünnet anlayışınızı yiyim.

Ya moruk, sinirleniyorum, ben bu mevzuları sakin anlatamıyorum. Zira bu adamlar hem yüzyıllardır insanların beyinlerini uyuşturdular, rezil bir Türk kültürünün oluşmasında etkin rol oynadılar, insanların zihinlerine saçma kodlar yerleştirdiler, üstüne üstlük hala da "İslam alimi" diye sahiplenilmekteler. Toplumun etkisinden tırsan din adamları ve işimden olurum kaygısı yaşayan ilahiyatçılar da bunlara karşı tek kelime edemiyorlar. Bu şarlatanların günümüzdeki etkileri, sandığınızdan çok ama çok fazladır. Geçmişte yarattıkları tahribat ise zaten ortada. Mis gibi bilim ve akılcılık geleneğini yerle bir ettiler bu tasavvuf anlayışı ile ve müslüman ülkelerde şu an da dahil olmak üzere yüzyıllardır bir bilim geleneğinin olmamasının yegâne sebebi, aklı dışlayan tasavvuf inancıdır.

Neyse ben devam ediyorum. Yukarıda göreceğiniz üzere Fuat Köprülü, bu çilehanenin İlyas Peygamber ve Hızır tarafından korunduğu için yüzyıllardır ayakta durduğunu söyler ehehe. Sonlara doğru altını çizdiğim bölümde ise, Ahmet Yesevi'nin birçok keramet gösterdiğini söyler. Yani ordinaryus profesör de olsan, Kuran'a zıt gitmek pahasına bile olsa, böyle saçmalıklara inanabiliyorsun işte, ne diyeyim. Bu işler kariyere, paraya, vesaireye bakmıyor moruk. Aklını kullanmaya ve böylece Allah'ın nasip etmesine bakıyor. Hayat sizin, özgür irade sizin, alın size Allah'tan açık çek.

Neyse, önceki yazılarımda da belirttiğim gibi bu adamlar Kuran'da geçen "vahiy" sözcüğünü, müslümanlar tarafından çok tepki görmemek için "keşif" ya da "ilham" adıyla yumuşatarak insanlara kakalamışlardır, yani tıpkı peygamberlerin vahiyle Allah'tan bilgi alması gibi, bu şeyh bozuntuları da keşif ve ilham yoluyla Allah'tan bilgi alırlarmış. Yine aynı şekilde Kuran'da geçen "mucize" tabirini de, "keramet" olarak değiştirmişlerdir ve kendilerinin de tıpkı peygamberlerin mucize göstermesi gibi keramet gösterdiklerini insanlara yutturmuşlardır. Hatırlayın hani, şu tape mevzularının patlak verdiği dönemlerde bir Nurcu şu minvalde bir açıklama yapmıştı: "Biz ne zaman bir konu hakkında Fethullah Hoca'ya gitsek, aklımızı okurcasına o konuyu kendisi bize açıyordu. Biz de bunu keramet zannediyorduk. Meğer telefonlarımızı dinliyormuş". Olum kusura bakmayın seviyeyi düşürücem ama burada random harflerle gülmek istiyorum sadjkflşasjdkljsd.

Ve dikkat edin, size buraya kadar anlattığım tüm bu hurafe bilgilerin Kuran ile hiçbir alakası yoktur, bu hurafe bilgiler 12. ve 13. yüzyıldan itibaren Ahmet Yesevi, Mevlana, Yunus Emre, İbn Arabi, Gazali gibi tasavvufçular vasıtasıyla müslüman dünyasında baskın hale gelmişlerdir.

Elbette Kuran'da, son peygamber olan Hz Muhammed'den itibaren hiçbir insanın böyle ruhani özelliklere sahip olabileceği belirtilmemiştir. Fakat Kuran'ı okuyan, sallayan kim?

Size Ahmet Yesevi'nin gösterdiği o mübarek kerametlerden birini, Fuat Köprülü'nün kaleminden aktarayım, okumanıza lüzum yok ben anlatacağım [11]:



Dönemin hükümdarı Kazan Han "La bu Ahmet Yesevi o çilehanenin içinde yaşıyo ama cuma namazını cemaatle kılması lazım, nasıl oluyo bu iş?" diyerekten hocayı cuma namazına çağırtır. Ahmet Yesevi'yi cuma namazına davet etmeye bir müridi gelir. Ahmet Yesevi de "takıl bana hayatını yaşa kanka yea" der öğrencisine, öğrencisi de Ahmet Yesevi'ye yapışır ve bir anda kendilerini Mısır'daki bir camide cuma namazını kılarken bulurlar. Ha bir ek bilgi vereyim, Ahmet Yesevi'nin çilehanesi Türkistan'dadır. Şimdi size el emeği göz nuru, paint terk bir yapım ile Ahmet Yesevi'nin gösterdiği kerameti anlatacağım:



Ahmet Yesevi Airlines Hazretleri müthiş bir keramet göstererek bir anda müridiyle beraber Türkistan'dan Mısır'a ışınlanır. Meğersem adam her cuma namazını bu şekilde çilehanesinden Mısır'daki camiye ışınlanarak kılıyormuş.

Bir söz vardır ya, "Şeyh uçmaz mürit uçurur" diye. İşte bu söz mecazi bir sözdür ama buraya gerçek anlamıyla da uyuyor amına koyim. Uçmayan adamı uçurtuyorlar. Milyonlarca insan, kulaktan kulağa bu hurafeci heriflerin keramet hikayeleriyle ve dünya hayatını terk etme, aza tamah etme nasihatleriyle büyüyor. Ordinaryus profesör Fuat Köprülü bile bu saçmalıkları inanarak anlatıyor. O yüzden siz kimsenin ismine, namına, şanına, etiketine kanmayın, kendi aklınızı kullanın. Bugün dünyaya yön veren elit ailelerin bile ruh hastası inançları var. Bu dünya yemin ederim ki hasta amına koyim hasta.

Tamam bu kadar yeter. Buraya kadar anlattıklarım işin itikadi kısmıydı. Buraya kadar anlattıklarım, diğer tüm tasavvufçular gibi Ahmet Yesevi'nin öğretilerinin de Kuran ile taban tabana zıt olduğunun ispatıdır. Yani diyeceğim o ki, hem tasavvufçu hem müslüman olunmaz, ters mıknatıslanma yapar. Zira tasavvuf, şu an küresel elit tarafından dünyaya pompalanan panteist/panenteist dinin müslüman coğrafyasına yutturulan versiyonudur. UNESCO gibi yığınla yabancı vakıf ve basın organlarının ikide bir bizim tasavvufçuların reklamını yapması boş yere değildir.

Buradan sonra anlatacaklarım ise işin sosyolojik yönüyle alakalı olacaktır. Yani bu adamların öğretileri insanlara nasıl fikirler aşılamış, Müslüman ve Türk toplumunu ne yönde değiştirmiş, biz müslümanlar neden böyle bok batağının içindeyiz, bunları göreceğiz.

Şimdi bu dergâhlar, tekkeler ve tarikatlar hakkında insanımızın genel kanaati şudur. "Bu tarikatlar ilk başta iyiydi de, sonradan bozuldu" veya "Tamam bazı tarikatlar sapıtmış olabilir ama hepsi mi kötü?"

Evet güzel kardeşim, içlerinde iyi niyetli veya saf, samimi insanlar olsa da hepsi kötü. Sonradan da bozulmadılar, sonradan yorum farkıyla değişmiş olabilirler ama zaten daha ilk başında da sapıktılar. Size bu dergâhların ve tarikatların, şeyh-mürit ilişkisinin ilk başlarda da ne olduğunu anlatmam lazım. Fuat Köprülü, Yesevi dergâhındaki bir müridin bir gün içinde yapması gerekenleri anlatır. Ben buraya ilgili sayfaları koyacağım, ister hepsini okuyun, ister şöyle bir göz gezdirin, ben açıklayacağım [12]:



Özetle, derviş ve müritleri 100 kere bilmem ne okur, 25 kere falanca çeker, sonra 25 kere falanca sureyi okur, derken 101 kere bilmem ne çeker. Sonra bilmem kaç rekat nafile namaz kılar.

Ve daha bunlar sabahın köründen öğlen vaktine kadar yaptıkları, daha gün bitmedi dur dur. Ha bu arada son satırda göreceğiniz üzere o Allah'ın cezası şeyhlerin ruhuna da fatiha okunurmuş. Sayfayı çevirip devam ediyoruz:



Yemin ederim artık altını çizmekten bile yoruldum, bunlar nedir arkadaşım, siz nasıl böyle manyaklar haline gelebiliyorsunuz? Yani anlayacağın, dergâhtaki bir müridin tüm günü oturduğu yerden halahula cap cup diye söylenmekle, şeyhine hizmet etmek ile geçer. Üretim? Sıfır. İnsanlığa hizmet? Sıfır. Bilim, ilim, çalışmak? Sıfır oğlu sıfır.

Bu şeyhler, toplumun beynini işte böyle yıkadılar.

Ha nafile namaz yasak mıdır? Yahu ibadet bu, Kuran'da farz olanlarını yapman şarttır, üstüne de içinden geliyorsa istediğin kadar namaz kılar, Allah'ı zikreder, anarsın. Bir sınırı yok bunun, sana kalmış. Fakat bu herifler tüm gün oturduğun yerden, bir odaya kapanarak hah huh diye dua etmenin adına "zikir" demişler ve bunları yapmazsan cennete giremezsin diye insanları korkutmuşlardır. Kuran'da cuma namazının kılınışı bile şöyle anlatılır:

"Namaz yerine getirilince hemen yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan nasibinizi arayın! Allah'ı çok anın ki, kurtuluşa erebilesiniz." - Cumua 10

Allah'ı anmak ve zikretmek, öyle oturduğun yerden 2348934 kere falanca duayı etmek değildir! Zikir, Allah'ı anmak, sürekli O'nu aklında tutmak ve ona göre yaşamaktır. Ben demiyorum bunu, Kuran söylüyor, al işte gözlerinle gör, yoksa nasıl namazını kılar kılmaz yer yüzüne dağılıp nasibini arayacaksın!

"O halde, bir iş ve oluştan boşalır boşalmaz yeni bir işe koyulup yorul!" - İnşirah 7

Kuran sana bağırıyor; çalış, üret diye. Ama Allah kesilen şeyh hazretleri buyuruyorlar ki, bu dünya işleri boş, elini eteğini onlardan çek, kurtuluşa ermek için hababam nafile ibadet yap.

Kuran, Allah'ın yaratışını incelemeyi emreden ayetler ile doluyken, bu adamlar akılcılığı tamamen bitirmişler ve toplumun paradigmasını kökünden değiştirmişlerdir. Nasıl mı? Şöyle açıklayayım o halde kaynatasız;

Bugünkü okulların, hele hele Türkiye'deki eğitimin ve okulların kalitesi elbette tartışılır, hatta bence tartışmaya bile gerek yok, rezil haldedir. Fakat en nihayetinde günümüz paradigmasında 6-7 yaşına gelmiş bir çocuktan beklenen nedir? Okula gitmesidir. 18 yaşına erişmiş bir çocuktan beklenen nedir? Üniversiteye gitmesi, kendini geliştirmesi ve bir işte çalışmasıdır.

Kuran, indiği andan itibaren Cahiliye toplumunun da paradigmasını değiştirmiştir. İnsanları sorgulamaya, akıllarını kullanmaya davet etmiştir ki "hiç mi düşünmezsiniz?" veya "aklınızı işletin" türünde ifadelerin Kuran'da defalarca geçtiğini, Kuran'ı bir kez okumuş bir kişi bile biliyordur.

13. yüzyılda tasavvuf inancı, dergâhlar ve şeyhler üstünlüğü ele geçirmeden evvel, yani İslam'ın Altın Çağı dediğimiz o dönemin paradigması da aklı kullanmak üzereydi. 13. yüzyıla kadar zeki bir çocuktan beklenen şey, medreseye gitmesi, bilim ve ilim öğrenmesi, üretmesiydi. O yukarıda çok çok azının ismini saydığım bilim adamı ve düşünürler, işte bu Kuran odaklı toplum paradigması sayesinde yetişmiştir. Bugünkü İspanya'dan (Endülüs) Orta Asya'ya kadar uzanan bir coğrafyada, bilim yapılan medreseler, düşünürler ve bilim adamları fink atmaktaydı.

Derken Ahmet Yesevi, Yunus Emre, İbn Arabi, Mevlana gibi tasavvufun ağır toplarının etkisiyle, 12-13. yüzyıllarda ezoterik bilgilerin peşindeki tasavvufçular topluma hakim olmaya başladılar. Bu yıllardan itibaren de toplumun paradigması yeniden kaydı. Artık bir çocuktan beklenen şey bilim öğrenmesi veya üretmesi değil, dergâha girmesi, şeyhine bağlanıp ona hizmet etmesi, sabahtan akşama kadar nafile ibadet yapması oldu.

Ve o günden bu yana da müslümanlar pislik batağının içinde yüzmektedirler. Tıpkı Allah'ın Kuran'da söylediği gibi:

"...Allah, pisliği, aklını kullanmayanlar üzerine bırakır." - Yunus 100

Hiç kimse o tarihlerdeki çöküşü Moğol İstilasına bağlamasın. Bilim ve üretim geleneği olan bir toplum, yıkımın üzerinden hemen hızlı bir çıkışa geçer. Son yüzyıldaki Almanya ve Japonya bunun en net, en yakın örnekleridir. 2. Dünya Savaşından perişan halde çıkan bu ülkeler, sahip oldukları bilim ve üretim gelenekleri sayesinde hızla toparlanabilmişlerdir.

Fakat gel gelelim "akıl ile gerçek bilgiye ulaşılmaz, gerçek bilgi keşif ve ilham yoluyla şeyhlere gelir, o yüzden sen kendini şeyhine teslim et" argümanıyla mürit sürüsü toplayan ve hem Türk, hem de diğer müslüman coğrafyasına patır patır yayılan tasavvufçu şeyhler, dergâhlar, tarikatlar, bu bilim geleneğini bitirmiş, toplumun paradigmasının anasını bellemişlerdir. Halkı tamamen pasifize etmiş, beyinlerini uyuşturmuşlardır. İşte esas çöküş böyle başlamıştır.

Osmanlı'nın yükselişi, fetih politikası ve daha sonra askeri teknolojide ilerlemesi sayesinde olmuştur. Fakat Osmanlı'nın gerileyişi, bilimde ve kurumsal yapıda çuvallamasıyla başlamış, bu da doğal olarak askeri teknolojiye, ekonomiye ve bir ülkeyi ayakta tutacak her alana yansımıştır.

1575 yılında, artık o yıllarda ender yetişen bilim adamlarımızdan olan gökbilimci ve matematikçi Takiyüddin, Osmanlı'nın ilk rasathanesini kurmuştur. 1580 yılında, yani 5 sene sonra ise şeyhülislamın fetvasıyla o rasathane top atışına tutularak yıkılmıştır.

Al sana tasavvuf, al sana şeyh, al sana şıh, al sana o şanlı ecdadımız. Eğer suç İslam'ınsa, Kuran önderliğindeki o Altın Çağ nasıl yaşandı?

Önce aklınızı, sonra vicdanınızı kullanıp söyleyin, bunları ben mi uyduruyor, ben mi işime gelen şekilde yorumluyorum? Ben öyle bir modernleşme çabası içinde miyim? Ben önce Kuran'ı referans alıyor, sonra tarihten notlar ve dersler çıkararak burada son derece rasyonel bir analiz yapıyorum.

Endülüs'te İspanyollar müslümanlara galip geldiklerinde, İber Yarımadası'ndaki, yani İspanya'daki tüm müslüman izlerini silmek istemiş ve büyük çoğunluğu müslüman bilim adamlarına ait olan yüzbinlerce ciltlik kitapları gövde gösterisi yapmak için yakmışlardır. Madam Curie'nin eşi, Nobel ödüllü fizikçi Pierre Curie'nin şu sözü sanırım size işin önemini daha iyi anlatacaktır: "Müslüman Endülüs'ten bize otuz kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Eğer o kitapların yarısı bile kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık".

Bu ülkenin müslümanı çok mu müslüman ki, ateisti adam akıllı ateist olsun. Akp'yi görüp İslam eleştirisi yapan, on binlerce yıllık insanlık tarihini kendi gördüğü 50-60 sene üzerinden değerlendiren veya tarihi de kendi keyfine göre yorumlayan yurdum ateisti suçu İslam'a atadursun, suç beynini tasavvuf illetine kaptıran müslümanlarındır. Bizim insanımız aşağılık kompleksi içinde kendi tarihine yabancıdır. Ben de tarihimizi tamamen beğenmiyorum, buraya kadar anlattıklarımdan da belli oluyordur zaten. Lakin bu işler öyle İncil ve Tevrat eleştirisi yapan Kierkegaard'dan, Feuerbach'tan duyduklarını İslam zannederek atıp tutmakla olmuyor güzel kardeşim. Okulda dersime giren sosyalist hocalardan bile Adem'in çocuklarının ensest ile çoğaldıklarını, dinlere göre dünya tarihinin 6000 yıl olduğunu, Lut'un kızlarıyla seviştiğini ve dinlerin tamamen palavra olduğunu dikte eden masallar işitti bu kulaklar. Akademisyeni böyleyse ergen ateistleri sen düşün. Adamlar Kitab-ı Mukaddes hikayelerini bile Kuran'dan biliyorlar. Neyse, arada sırf ateist olduğu için kendini otomatikman bilim adamı zanneden boş beleş güruha da iki çakasım geldi buradan, hak geçmesin. Ben konuma geri dönüyorum.


Dönelim Ahmet Yesevi'nin bizim gariban Türklerin beyin yıkama seanslarına. Fakrname adlı eserinde Ahmet Yesevi, şeyhlik makamına ulaşma mertebelerinden ve müridin şeyhe nasıl davranması gerektiğinden falan bahseder. Bakınız kendisi ne diyorlar [13]:



Bir kimse kurtuluşa ermek ve dervişlik mevkiine ermek istiyorsa "40 yıl" hizmet etmesi gerekirmiş. 40 yıl diyorum bak 40 yıl. Peki bu 40 yılda ettiği hizmet nelerdir? Hah huh calabula capcup diye zikir saçmalıkları, dergâhta çile çekmek, odun kırmak, çorba pişirmek, sözüm ona gösterişten uzak kalacam diye fakir ve rezil bir hayat yaşamak, Allah'ın bir çok nimetini (en başta akıl ve teknoloji) kendine haram kılmak ve şeyh hazretlerinin işlerini görmek. Sonra bu adamlar bunun adına "hizmet" derler, bunun gibi saçma şeyhlerin öğretilerin adına da "ilim" derler.

Bu adamlar Kuran'daki "Allah'ı zikredin" ayetlerini, kendi tuhaf ritüellerine de alet ederler. Zikir çekecem diye şekilden şekle gelirler. Misal 12. yüzyılda Abdülkadir Geylani tarafından kurulan Kadiriye tarikatının zikirine bir bakın:



Cezbeye kapılmak için, havasız bir odada garip garip hareketler, hah huh diye bağırıp kendinden geçmeler... Hani internet'te espri olsun diye bu tür zikir video'larının altına metal müzik koyarlar ya, aslında metalcilerin headbang yapmaları ile zikir çeken sufilerin böyle kafa sallayıp derin nefes çekmeleri aynı amaç içindir: kafa bulmak, beyin frekansını değiştirmek. Tasavvuf jargonuyla konuşacak olursak da bu rezilliği; cezbeye kapılmak, varlığın birliğini idrak etmek veya ilahi aşk şarabından içmek (canım benim) gibi süslü laflarla ve minik soslarla müritlerimize kakalayabiliriz.

Şimdi diyeceksin ki bana her tarikat bu şekilde zikir yapmıyor, hayır kardeşim tarikatlerin çoğunluğunda bu tür saçmalıklar vardır. Bu şekilde zikir çekmeyen tarikatlarda da yine yukarıda saydığım, Kuran dışı ve insanı pasifize eden, beynini baştaki şeyhe veya hocaefendiye teslim etme inancına dayalı yığınla hurafe vardır.

Eğer hala ısrarla "Bu tarikatlar sonradan bozuldu" diyorsanız da, al işte UNESCO tarafından sevgi yumağı diye kakalanan Ahmet Yesevi'nin 12. yüzyılda kaleme aldığı hikmetine bak [14]:



Kendisi gayet de daha 12. yüzyılda bu saçma zikir seanslarını yapmıştır, bunları şiirlerinde de, eserlerinde de ifade ettiğini görebilirsin. Eee Allah ile bir olmak kolay olmuyor tabi canım ehehe.

"Hu-hu" lafının manasında kötü bir şey yoktur, "Hû" Allah demektir. Hani meşhur bir deyim vardır ya, "Hayy'dan gelen Hû'ya gider" diye, bu söz "Allah'tan gelen Allah'a döner" manasındadır. Fakat bu tür sapık bir zikir anlayışı Kuran'da var mıdır? Asla.

Evet ruh hastası Yunus Emre ile beraber en büyük Türk tasavvufçulardan olan diğer ruh hastası Ahmet Yesevi defterini artık burada kapayabiliriz. Bu iki Türk tasavvufçu veya pagan, Mevlana ve Şems ile birlikte Türklere tasavvufu İslam diye yediren en etkili kişilerdir.

Gelelim şimdi UNESCO'nun şereflendirdiği, cumhuriyetin önemli bilim adamlarından Fuat Köprülü'ye. Fuat Köprülü hayatının önemli kısmını bu tasavvufçuların hayatlarını ve eserlerini araştırmaya adamıştır. Bilhassa Türk oldukları için Ahmet Yesevi ve Yunus Emre'nin üstünde ayrıca durmuştur, 1919 yılında kaleme aldığı Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı eserinde bu iki adamı didik didik araştırmış ve yerlere göklere sığdıramamıştır. Fuat Köprülü, tasavvuf edebiyatının bizim milli bir değerimiz olduğunu ve bu nedenle sahiplenmemiz gerektiğini savunmuştur.

Şu sözler, Fuat Köprülü'nün kendisine aittir: "Tekke edebiyatı dil, vezin, nazım şekilleri ve ifade tarzı bakımından Türk halk edebiyatının bir çok unsurunu almıştır. İnanç itibariyle doğrudan doğruya klasik İslam kültürüne bağlıdır." [15]

Köprülü, bu saçmalıkların hem edebi açıdan bizim kültürümüz olduğunu, hem de inanç itibariyle "doğrudan doğruya" İslam'a bağlı olduğunu söylemiştir. Afferim oğluma, good boy.

Şimdi bu Ahmet Yesevi'nin ve Yunus Emre'nin şiirlerinin edebiyat açısından bir değeri var mıdır? Elbette vardır. Fakat bunlar sadece edebi şiirler değil, İslam'dan tamamen uzak, yüzyıllardır müslümanları ve Türk halkını uyuşturmuş saçma bir dinin, yani tasavvuf dininin öğretileridir.

Fuat Köprülü'nün tekke edebiyatı dediği şey, işte bu Ahmet Yesevi'lerin, Yunus Emre'lerin eserleridir. Bu adamların yazdıkları şeylere "tekke edebiyatı" mı diyelim, "tasavvuf edebiyatı" mı diyelim şeklinde zamanında bazı tartışmalar yapılmıştır, fakat her ikisi de aynı şeyi kasteder. En nihayetinde tekkede, dergâhta saçma sapan bir hayat yaşayan mistik adamların saçmaladıkları sözlerdir bunlar. Şimdi biz de burada terim tartışmayalım, yoksa "Kafiye göz içündür, hayur efendüm kulak içündür" gibi sikimsonik gereksiz bir tartışmanın içine düşmüş oluruz.

Fuat Köprülü 1924 yılında Milli Eğitim müsteşarımız olmuştur. Ayrıca 1930'lu yıllarda Atatürk, Türk Tarih Tezi'ni ortaya attığında Türkiye'deki akademisyenleri bir araya getirmiş ve bu tezi eleştirmelerini istemiştir. Atatürk'ü bilirsiniz, sırf meclis daha iyi denetlensin ve eleştirilsin diye kendi eliyle muhalefet partisi kurmuş bir adamdır. Lakin çoğu akademisyen Atatürk'e "çok güzel paşam, katılıyorum paşam" diye yalakalık yaparken, Fuat Köprülü "Paşam bu tez saçmalık" diye karşı çıkmıştır. Şu an başımızda bulunan beyimizin aksine, etrafında yalaka adam istemeyen Atatürk de Fuat Köprülü'ye "Bu millete senin gibi adamlar lazım, sen gel milletvekili ol" demiştir. Ardından Fuat Köprülü siyasete atılıp milletvekili olmuş, hatta sonraları Adnan Menderes döneminde dışişleri bakanlığına ve başbakan yardımcılığına kadar yükselmiştir.

Her neyse, işin acıklı yanı şu ki, zamanında akademisyenliği ve Atatürk'le olan saygın ilişkisi sebebiyle gayet sözü geçen bir adam olan Fuat Köprülü, bu tasavvuf denen illeti cumhuriyet yıllarında bizim eğitim müfredatımıza sokmuştur.

Liseden aklınızda kalan bazı sikimsonik bilgiler vardır, hani "Almanya'nın siyasi birliğini geç tamamlaması" veya "İtalya'nın ham madde ve pazar arayışı" gibi, Hah işte aklınızda eminim şöyle bir kalıp da yer edinmiştir: "Tekke ve zaviyelerin kapatılması".

Atatürk 1925 yılında bu kanunu çıkararak sadece bu tekkeleri ve tarikatları kapatmakla kalmamış, aynı zamanda şeyhlik, dervişlik, müritlik gibi tasavvuf öğretilerini de yasaklamıştır. O Şeyh Sait isyanları falan ne diye çıktı zannediyorsunuz siz?

İşin daha da acıklı yönü ise, Fuat Köprülü denen adam, tekkeleri kapattıran Atatürk'e "tekke edebiyatı"nı bizim kültürümüz diye yutturmuş ve geçmişle olan bu bağın kopmasına müsaade ettirmemiştir. "Türkiye şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz" sözünün sahibi olan Atatürk, gidip bu dervişlerin edebi eserlerini Fuat Köprülü'nün gazıyla milli edebiyatımız olarak kabul etmiştir.

Atatürk için "geçmişle bağımızı kopardı" diyorlar ya, Atatürk milliyetçi duyguları yüzünden belki de en koparması gereken bağı tamamen koparamamıştır.

Tayyip'in ağzından çıkan ender doğru sözlerden olan "cehape zihniyeti"nin ve halk arasında müslüman rolü yapıp evde kabalistik ayin yapan bir sabetay edasıyla toplum tarafından dışlanmamak için Atatürkçü ayağına yatan bazı sosyalist kardeşlerimizin işine gelmese de, Atatürk aslanlar gibi milliyetçi ve Turancı bir adamdır. Bunu görmemek için kör olmak lazımdır. Hatta ve hatta bizim merkez bankasının bastığı ilk 5 ve 10 liralık banknotlarda bile bozkurt sembolü vardır, bunu merkez bankasının resmi sayfasında da görebilirsiniz: [16]






1927 yılında basılan bu paralar, 1937 ve 1938 yıllarında, yani artık Atatürk'ün hastalığı sebebiyle elden ayaktan düştüğü dönemlerde tedavülden kaldırılmıştır.

Her neyse, sonuç itibariyle bizim Fuat Köprülü'nün, Ahmet Yesevi ile birlikte UNESCO tarafından onore edilmesinin sebebi, yediği bu halttır. Peki hem Fuat Köprülü, hem Atatürk, bu Yunus Emre'lerin, Ahmet Yesevi'lerin ne ayak olduğunu çakozlayamamış mıdır?

Şu an dahi en bilgilisinden en cahiline, yoldan geçen 100 kişiye Mevlana'yı veya Yunus Emre'yi sorsanız, bunların 99'u bu kişiler hakkında güzel şeyler söyler. Zira yüzyıllardan beri öyle sahte bir "hoşgörü, ne olursan ol gel, kardeşlik heleloy" imajı vardır ki bu şahsiyetlerin, bu tabuyu yıkmak çok zordur. Sana şahsi gözlemlerimden şöyle bir örnek vereyim hacım. Tasavvuf hakkında yazdığım, yığınla ilk kaynaklardan toplanmış delillere sahip olan o yüzlerce sayfalık makalem, bugün itibariyle 200.000'den fazla kez tıklanmış. Hadi bu tıklayanların yarısı aynı insanlar olsa, diğerleri de "çok uzunmuş, okumam" deyip pencereyi kapatmış olsa, nereden baksan en az bir 20.000 kişi herhalde o makalemi okumuştur diye öngörüde bulunuyorum. Aldığım tepkilerin sahiden önemli bir kısmı "vay anasını, tasavvuftan şüpheleniyordum ama bu kadar da İslam dışı bir şey olduğunu bilmiyordum" şeklindeydi, çok çok az bir kısmı "bunu zaten biliyordum, cesurca dile getirdiğin için teşekkür ederim" şeklindeydi. Ve yaklaşık yarısı da "sen o yüce kişilerin ilmini nerden anlayacaksın cahil köpek wara wara wara wara" şeklinde boş laftan ibaretti. Yani anlayacağın, günümüzde bile bu tasavvuf putunu yıkmak zorken, 100 sene önce bu tasavvuf nanesinin farkında olan insan sayısı kaç tanedir Allah bilir. Fakat cumhuriyetin ilk yıllarında, bu tasavvufun nasıl bir halt olduğunu bilen çok önemli bir kişi vardır, onu da yazının sonunda söyleyeceğim.

Yıllar geçtikçe ve hele hele günümüzde, tasavvufun hem eğitimdeki ve okullardaki etkinliği iyice arttırılmakta, hem de CIA'e bağlı think-tank kuruluşu RAND'ın raporlarında da dikte ettirdiği gibi tasavvuf, El Kaide ve IŞİD gibi kelle kesen adamlara karşı "gerçek İslam işte bu" argümanıyla insanlara yutturulmaktadır [17].

İsmet İnönü'nün 1946-47'de yaptığı birtakım gizli anlaşmalar ile eğitim sistemimiz Amerikalılara teslim edilmiştir. Bu gizli anlaşmaların en önemlisi, eğitim sistemimizi kayıtsız şartsız Amerika'ya teslim eden Fulbright Anlaşması'dır ve bu anlaşma hala yürürlüktedir. Ne tesadüftür ki (!) Atatürk'ün bir projesi olan Köy Enstitülerinin müfredatı da tam olarak 1946 yılında değiştirilip rezalet ezberci bir sisteme çevrilmiş, ardından 1954 yılında da resmen kapatılmıştır. Bizim eğitim sistemimizin çöp olmasının sebebi, bu gibi yapılan gizli anlaşmalarla bağımsızlığımızın eloğluna teslim edilmiş olmasıdır. İsmet ve Adnan efendiler sağ olsunlar... "Ya bu anlaşmalar ve örgütler madem gizli, o zaman biz bunları nasıl biliyoruz heoehoeheoeheoe" diye sığır sığır konuşan gerizekalılarımıza gelince, onlara da rahmetli Oktay Sinanoğlu'nun şu 5 dakikalık konuşmasını dinlemelerini tavsiye ediyorum:




Mücevher değerindeki bu video'nun sadece 5.000 kez tıklanmış olması ne acıdır. Siz ne bok çuvalı adamlarsınız ki elinizin altındaki şu internet nimetinden bile faydalanmayıp, bir sik bilmeden her şeyin en iyisini biliyorsunuz? Sonra bilmediğini bile bilmeyen Dunning Kruger sendromlu tipler gelip bizim her türlü deliliyle izah ettiklerimize "komple tooorisi" diyorlar amına koduğumun yerinde. Gezi zamanında 3 günlüğüne Starbucks'ı boykot edip, ertesi hafta Starbucks'tan check-in yapan adamlara zaten sen neyi anlatacaksın ki. Sizin hayatınızda ne ilkeniz, ne davanız olmuş amcık ağızlılar sizi. Ulan ben size ev yapan müteahhitin amına koyayım. Size ikametgah belgesi veren muhtarın 2 oralet 1 çay söylediği kahvehanenin duvarında asılı olan işletme sahibi belgesini onaylayan noter memurunun amına koyayım. Akp'yi yaratan da zaten sizin gibi dangalaklardır. Evet evet, aynen sizin gibi dangalakların eseridir şu an başımızda olanlar. Zira siz Hitler'e muhalefet etseniz, ters psikoloji ile insanlara Hitler'i sevdirirsiniz içi boş it sürüleri sizi.

Her neyse, insan manipülasyona çok ama çok açıktır. Çevremizin ve gördüklerimizin etkisinde kalır ve çoğu zaman çerçevenin dışına çıkmakta zorluk yaşayarak hayatı dar bir bakış açısıyla ele alırız. İnsanoğlu manipülasyona bu kadar açık bir canlı olmasaydı, medya ve eğitim, küresel güç tarafından bu kadar etkili kullanılmaz, hatta "propaganda" diye bir şey icat bile edilmezdi.

Tasavvuf kültürü hem bu UNESCO'nun ve matruşka gibi birbiriyle iç içe olan kurumların etkinlikleriyle, hem de eğitim yoluyla hala canlı tutulmaktadır. Ortaokullarda ve liselerde, edebiyat ve din kültürü derslerinde tasavvufçulara gittikçe daha da ağırlık verilmektedir. Al bak mesela, Milli Eğitim Bakanlığının sayfasından rastgele bir din kültürü kitabı seçeyim sana, şu rezalete bak [18]:



"Tasavvuf kültürümüzün önderlerinden olan Hoca Ahmet Yesevi"ymiş... Allah belasını versin o kültürün de önderinin de. Bu pagan tasavvufçular, binlerce yıllık ezoterik bilgilerini peygamberi överek, Allah'ı sık sık anarak bizim müslümanlara bir güzel kakalamışlardır. Tıpkı İblis gibi, insanları Allah ile aldatmışlardır.

Şimdi okulda öğretmenlerinden, televizyonda sözümona bilirkişilerden bunları duyarak büyüyen bir çocuğa sen nasıl anlatacaksın ona öğretilen tüm bunların yalan olduğunu? Nasıl kıracaksın kafasındaki putları?

İşimiz zor, ama imkânsız değil. Allah'ın yardımıyla her şey mümkün.

Bu UNESCO, UNICEF ve UN (Birleşmiş Milletler); Rothschild ve Rockefeller ailelerinin paravan şirketleridir. Bunlar sadece göstermelik "demokrasi, medeniyet, iyilik" kurumlarıdır. Bizim New York Times'ta çıkan her haberi doğru belleyen, Discovery Channel'da gördüğü her şeyi bilim zanneden gerizekalı elitist özentisi aydınımız daha bu kurumların esas amaçlarını dahi anlamaktan acizdir. Al bak o hayır kurumu zannettiğin Unicef'i kim finanse ediyormuş, adamlar kendi resmi sayfalarından açık seçik söylüyorlar zaten kendilerini "hayırsever" olarak tanıtmak için [19]:



Rockefeller Vakfı.

Al hatta Rockefeller Vakfı tarafından finanse edilen Unicef'in Amerika şubesinin kurduğu lisenin ismine bak, kendi resmi sayfalarından alıyorum yine [20]:



Olum "Illuminati Lisesi" diye isim mi olur amına koyayım? Bu öyle Kadıköy Lisesi veya Adnan Menderes Üniversitesi gibi yerel kültürden beslenmiş bir isim değil ki. Hatta Illuminati kelimesi İngilizce bir sözcük bile değil, Latince'dir, ne alakası var amına kodumun yerinde bir okula bu ismi vermenin?

Yüzyıllardır Afrika'nın anasını siken insanlar, oralardan sömürdüklerinin milyonda birini Unicef ve Unesco kurumları aracılığıyla bağışlayınca "bakın insanlara yardım ediyürüz ehehe" diye kendilerini iyilik meleği olarak tanıtıyorlar. Bizim salaklarımız da bu paravan şirketlere bağışlarda bulunuyorlar. Zaten şu Unicef'in gülen veya burnuna sinek konmuş zenci çocuklu broşürleriyle, çocuklar tarafından pastel boyayla çizilmiş resimlerinden oluşan vıcık vıcık duygu sömürüsü ve kolpa hümanistlik kokan tanıtımlarına, kelimelerle tarif edemeyeceğim ölçüde uyuz oluyorum. Hele hele bunlara prim verenlere apayrı uyuz oluyorum. Sözde iyi özde gavat ruh hastaları sizi.

Unicef son yıllarda uluslararası evlat edinmeleri engelliyor. Bakın mesela aşağıdaki grafik, yıllara göre Unicef'in uluslararası evlat edindirme rakamlarıdır [21]:


Peki neden Afrikalı veya ne bileyim Bangladeşli çocukların ABD'liler, Avrupalılar tarafından evlat edinmesini teşvik etmek yerine buna engel oluyorlar? Zira dünyayı yöneten ruh hastası global elit, alt ırk olarak gördükleri bu insanların yeryüzünden silinmesini ve genlerini diğer insanlara aktarmalarını önlemeyi amaçlamaktadır. Bu uluslararası evlat edinme politikasındaki tuhaf durum daha 2009 yılında Elizabeth Bartholet adlı Harvard'lı bir akademisyenin dikkatini çekmiş ve bu politikayı eleştiren çetrefilli bir makale yayınlamıştır [22].

Rothschild ve Rockefeller ailelerinin sık sık akraba evlilikleri yapmalarının sebebi sadece servetin aile içinde kalması değil, aynı zamanda o çok asil, çok şerefli kanlarının bozulmasını istememelerindendir. Herifler akraba evliliği yapa yapa çıban çıkmış göt gibi suratlarıyla dolaşıyorlar ortada. Ya biraz konuyu sulandıracağım ama bunu yapmazsam acayip içimde kalır, n'olur şu Nathaniel Rothschild'in tipine sıfatına bir bakın ya:



Herif dededen beri yapılan akraba evlilikleri yüzünden down sendromlu Mark Zuckerberg gibi dolanıyor ortalıkta. Bir de bu tiple gitti Natalie Portman'la sevgili oldu bu. Ulan bu herif Rothschild ailesinin bir ferdi olmasa, Natalie Portman bununla tokalaştıktan sonra elini 3 kere arap sabunuyla çitiler amına koyim. Gerçi Natalie Portman da sonuç olarak bu siyonist tayfanın reklam yüzü olarak kullandığı bir kevaşedir, tıpkı durup dururken dünyanın barış elçiliğine soyunan Angelina Jolie gibi.

Sizlere sık sık belirttiğim gibi global elitin amacı; tek bir dünya devleti, tek bir merkez bankası ve tek bir dünya dini yaratmaktır. Bu yazımda sık sık referans verdiğim "Tasavvuf ve Tarikatlardan Tek Dünya Dinine" adlı makalemde bin bir türlü delille gösterdiğim üzere, tek dünya dini yaratma amacıyla da panteist/panenteist pagan dinini tüm dünyaya yaymaktalar. Bunu da tıpkı matruşka gibi kurum içinde kurumlar vasıtasıyla yapıyorlar. Misal New Age'in geçen yüzyıldaki önemli temsilcilerinden Alice Bailey adlı ruh hastası ablanın Lucifer Publishing Company'i (Lucifer Yayınevi) kurduğunu, ardından bu şirketin isim değişikliğine giderek ismini Lucis Trust'a çevirdiğini ve günümüzde hala dünya çapında etkin bir rol oynadığını anlatmıştım. Lucis Trust'ın da bir alt kurumu olan World Goodwill, dünya çapında ezoterik eğitim veren sürüyle okullar açar. Buyrun kendi sitelerinden bazı kesitler vereyim [23]:



"İlahi Plan'a Hizmet"

Neymiş bu planlar, sayfayı biraz aşağı indirelim bakalım.




Uluslararası birlik, New Age eğitimi ve en önemlisi: "Yeni Dünya Dini"

Lucis Trust ve World Goodwill adlı bu yeni tek dünya dini yaratma gayesindeki kuruluşlar, elbette Birleşmiş Milletler, Unicef ve Unesco gibi global elitin diğer paravan kuruluşlarıyla beraber çalışırlar. Yine kendi sayfalarından bir kare aktarıyorum, tüm metni okumak isteyen kaynakçadan girer okur [24]:



Anlayana sivri sinek saz misali, size bu ezoterik örgütün Hindistan'da kurmuş olduğu bir okulun örneğini vereyim ki sadece Hindistan'da değil, dediğim gibi tüm dünyada okul ve kuruluşları vardır bunların [25]



Hindistan'da açtıkları bu ezoterik, okült okul, yani öğrencilerin beynine panteist dini inançlar aşılayan hurafecilik okulu, UNESCO tarafından 2002'de ödüllendirilmiştir. Ödülün adı da her zamanki gibi vıcık vıcık suistimal dolu bir isimdir: "Barış Eğitimi Ödülü".

Barış, sevgi, kardeşlik gibi lafta hiç kimsenin itiraz etmeyeceği bu soyut kavramları kullanarak, tüm dünyaya panteist/panenteist din yayma amacındaki global elit nabza göre şerbet verir. Hintli'ye panteizmin bir başka türünü, Amerikan'a başka türünü, Türk'e ise başka türünü, yani tasavvufu kakalar. Ve tüm dünyada hem basın, hem eğitim, hem dernekler, hem filmler vasıtasıyla panteizm yüceltilmektedir. Bu size örneğini verdiğim World Goodwill bu sayısız kuruluştan yalnızca bir tanesidir ve onun bile sürüsüyle derneği, okulu, üyesi vardır. Artık gerisini siz düşünün.

Amaç tüm insanları kontrol etmek için tek ve ortak, hurafe, insan ürünü uydurma bir din kurmaktır.

Tasavvuf denilen illet de işte bu beyin uyuşturan paganlığın hesapta İslami versiyonudur. Tasavvuf nedeniyle müslümanlar yüzyıllardır Allah'ın nimetlerini kendilerine haram kılmış, teknoloji ve bilim düşmanı olmuş, pasifize edilmişlerdir. Hadis yazıcılığı ve mezheplere bölünmek de İslam'a zarar vermiştir ve ileride Allah kısmet ederse o konuda da çetrefilli bir yazı yazmayı düşünüyorum. Fakat şahsi kanaatimce, müslümanlara en büyük darbeyi işte bu tasavvuf denilen saçmalık vurmuştur.

Yazıyı ufak ufak sonlandırıyorum. Fakat sözünü verdiğim üzere, tasavvuf denilen illeti daha 100 yıl önceden çözmüş ünlü bir düşünürümüzü de size hatırlatıcam. Bu kişinin babası İpekli Tahir Efendi adında, Nakşibendi Tarikatının Halidiyye kolunun müridi olan bir adamdır. Fakat buna rağmen bu kişi babasının aksine, hayatı boyunca hiçbir tarikata mensup olmamıştır. Kuran odaklı bir İslam anlayışı olan bu düşünürümüz, "Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli" sözlerinin sahibi, İstiklal Marşı'mızın şairi Mehmet Akif Ersoy'dur. Mehmet Akif'in tasavvuf hakkındaki düşüncelerini, Safahat'taki şu dizelerden öğrenebilirsiniz:

"Sürdüler Türk`e "tasavvuf“ diye olgun şirayı;
Muttasıl şimdi hakikat kusuyor Sıdkı Dayı!
...
Git o Divan mı, ne karnağrısıdır, aç da onu,
Kokla bir kere, kokar mis gibi Sadıkburnu!
Beni söyletme neler var daha!"

Mehmet Akif açık açık Türk milletinin tasavvufla uyuşturulduğunu belirtmiş, tasavvufi eserlerin de sarhoş kafayla yazıldıklarını söylemiştir. Zira Sadıkburnu, o dönemlerde İstanbul'un meşhur bir meyhanesidir. Eee ne de olsa Mevlana, Mesnevi'sinde şarabın şeyhlere helal olduğunu söylemişti [26]. Akıllı adam Mehmet Akif, olayı tee o yıllarda çözmüş. Allah'ın da buyurduğu gibi "Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz".

Konuyu kişiselleştirmek istemiyorum ama yazıyı bitirmeden önce de kendimle ilgili bir şeyler söyleme gereği duyuyorum kaynatasız. Hani Allah, peygambere bile Hicr suresinin 97. ayetinde "Yemin olsun ki, onların söyledikleri yüzünden senin göğsünün daraldığını biliyoruz" diyor ya, eh ne yalan söyleyeyim, kıytırık bir blog yazarı olmama rağmen ben bile o kadar fazla boş laf işitiyorum ki, benim de bir yerlerden sonra tepemin tası atıyor. Yıllarca ateizmin ateşli bir şekilde savunuculuğunu yaptıktan sonra "Yanılmışım Tanrı Varmış" adlı kitabı yayınlayan Antony Flew, nasıl ki o günden sonra ateist çevrelerce "yaşlandı artık, delirdi, morukladı" diye saçma sapan laflar işitince, kitabında artık dayanamayıp bu iddialara cevap verme gereği duyduysa, ben de şimdi bir şeyler söylemek istiyorum. Bak hacı, 5 yıldır bu blog'da kendimce bir şeyler yapmaya, üretmeye çalışıyorum. Tıpkı Atatürk gibi ben de mantıklı eleştiriye açım, varsa bir hatam n'olur söyleyin diyorum, fakat maalesef bugüne kadar eleştiri adı altında işittiğim lafların %99,9'u boş beleş zırvalardan oluşmakta. Diyorum ki, varsa mantıklı ve tutarlı bir izahın veya delilin, gel buyur söyle. Delil karşısında değişime açık bir adamım ben. Her söylediğimin doğru olduğu iddiasında da değilim, kulum lan ben, hata yapmaya mahkumum. Hatta benim yazdıklarıma da körü körüne inanmamanız gerektiğini her fırsatta belirtiyorum. Ama sürekli 2 tipte insanın bomboş, yüzeysel laflarıyla karşılaşıyorum. Birinci tip, sırf kendisine zıt fikirlere sahibim diye hiçbir delil sunamadan beni itibarsızlaştırmaya çalışan denyo adamlar. İkinci tip ise, hiçbir fikre sahip olmayan, sosyal medya denen gerizekalı ortamda bile ilgi çekme orospuluğuna kapılan ve "ulan ben de bir sürü tweet atıyorum ama kimse beni okumuyo :(" tribine girip "bu sikko da amma ekmek yedi yea" diye sallayan amaçsız tipler. Bak sevgili dar vizyonlu gerizekalı evladım... Tüm hayat amacı şöhret, para, seks olan vizyonunu siktiğimin salağı, bunu senin o dar kafana nasıl izah edebilirim bilmiyorum ama benim bir davam var. Ne için yazıyorum ulan sence bu kadar yazıyı? Ne için gece gündüz arşiv tarıyorum, sabahtan akşama kadar yazıyorum? Ne için senin gibi dangalakların hakkımda atıp tutmalarına göz yumuyorum? 2 tane "helal sikko yea" lafı işitmek için mi? Para için mi? Şöhret için mi? Cem Yılmaz'ın bir lafı var ya, "ben bu hayatta para için hiçbir şey yapmadım, ama bir şey yaptım o para etti" diye, heh işte benim durumum ondan da beter. Zira ben de para için bir şey yapmıyorum ve üstelik yaptıklarım para da etmiyor ehehe. He olur da bir gün dini içerikli yazılarım hariç, yazdıklarım para eder, oh ne ala, sevdiğim işi yapıp geçinirim mis gibi. O sebeple sen benimle uğraşmayı bırak, ben öyle mühim biri değilim, illa ki uğraşacaksan gel buyur yazıp çizdiklerime bak, onlarla uğraş. Varsa bir delilin haydi buyur getir. Yoksa lütfen siktir ol git başımdan. Ama maalesef bu laflarım, prim yapmak için insanların ortasında Acun'a laf çakan, ama ne hikmetse sonra da onun tüm programlarını seyreden, sözlüklerde veya Twitter'da onu gündemden düşürmeyen tiplere tesir etmiyor. Nasıl biri olduğuyla değil de, nasıl gözüktüğüyle ilgilenen insanlara tesir etmiyor bu laflar abi, etmiyor işte. Maalesef insanların birçoğu dünyanın anasının sikilmesinden rahatsız değiller, siken tarafta olamadıklarından öfkeliler. Tüm dertleri bu.

Ağzı bozuk hıyar bir herif de olsam, benim amacım Allah imkân verdiği sürece üretmek ve onun rızası için çabalamak. 80 milyonluk Türkiye'de 3-5 bin adama ulaşabilen halimle dünyayı kurtaramayacağımın farkındayım, ben sadece elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Daha yaşımız genç, Allah imkân verirse inşallah daha fazlasını da yaparım. Sana da tavsiyem şudur ki, git üret. Bu ülkenin akademisyeni bile elinin altında internet denen nimet varken, yüz binlerce makaleye ve kitaba rahatlıkla ulaşabilecekken, kendini gerçekleştirmek için hiçbir bok yapmıyor, "ben bir profesör olayım da keyfime bakayım" kafasında takılıyor. Böyle bombok zihniyetli insanların arasında yaşıyoruz. Ama ben bireyci bir insanım ve bireyin gücüne inanıyorum. O sebeple, n'olur git üret. Git oku. Git öğren. Kendini gerçekleştirmesi ancak üretmekle mümkün olan insanın, daha fazla tükettikçe mutlu olacağına inandırıldığı bu saçma dünyada, sürüye uyma.

Zira şöyle bir gerçek var: "Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur." - Necm 39

Aşağıya dipnotlarımı yazıp uzuyorum. Hadi eyvallah.


Dipnotlar:

1- S. Frederick Starr - Lost Enlightenment: Central Asia's Golden Age from the Arab Conquest to Tamerlane, Princeton University
2- UNESCO: http://en.unesco.org/celebrations/anniversaries/2016/all?page=3
3- Fuat Köprülü - Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, sf 21. Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1976.
4- Köprülü, sf 17-18-56
5- Mevlana, Divan-ı Kebir’den Seçmeler, Hazırlayan: Şefik Can. 345. Bölüm. Ötüken Yayınevi.
6- Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, 54. hikmet.
7-  Mevlana, Mesnevi, cilt 1 önsöz. Milliği Eğitim Basımevi, ikinci basım, 1953 veya Mevlana, Mesnevi, cilt 1 önsöz. Timaş yayınevi, 2007.
8- Kemal Eraslan - Ahmet Yesevi'nin Fakrname'si, sf 81
9- Eraslan. sf 82
10 - Köprülü, sf 37
11- Köprülü sf 38
12 - Köprülü sf 102
13- Eraslan, sf 74
14- Yesevi, 74. Hikmet
15- Sazşairleri, Dün ve Bugün", Edebiyat Araştırmaları, Ankara 1986, s.184-187 kaynağından aktaran: Prof. Dr. Azmi Bilgin - Fuad Köprülü ve Tekke Edebiyatı
16- Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası resmi web sitesi. Link: http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TCMB+TR/TCMB+TR/Main+Menu/Banknotlar/Cumhuriyet+Doneminde+Dolasima+Cikarilan+Banknotlarimiz/Emisyon+Gruplari/1.+Emisyon+Grubu/Emisyon2
17- Bkz: "Tasavvuf ve Tarikatlardan Tek Dünya Dinine - Volume I" adlı makalem
18- Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları - 11. Sınıf Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Ders Kitabı, 2012
19- Rockefeller Vakfı resmi web sayfası. Link: https://www.rockefellerfoundation.org/our-work/grants/united-states-fund-for-unicef/
20- UNICEF ABD resmi web sayfası. Link: https://www.unicefusa.org/supporters/volunteers/illuminati-high-school
21- CNN, 17 Eylül 2013, International adoptions in decline as number of orphans grows
22- Elizabeth Bartholet - INTERNATIONAL ADOPTION: THE HUMAN RIGHTS POSITION 
23- Lucis Trust resmi web sayfası. Link: https://www.lucistrust.org/world_goodwill/plan_wg
24- Lucis Trust. Link: https://www.lucistrust.org/world_goodwill/un_wg
25- Lucis Trust. Link: https://www.lucistrust.org/world_goodwill/newsletter/recent_issues__1/2009_2_a_time_of_transition/transition_activities_emerging_evidence_group_service
26- Mevlana, Mesnevi, cilt 2, 3333-3339. beyitler. Timaş yayınevi, 2007.