Okunması şart makaleler:

Tasavvuf ve Tarikatlardan Yeni Dünya Dinine: Bölüm 1 ve Bölüm 2
Komünizm, Kızıl Devrim, Sovyetler Birliği ve Şirketler
İnsan, Din ve Kuran
Bu da amme hizmeti: Okunması Gereken Kitaplar Listesi

Bir Başka Din: Tasavvuf kitabı çıktı; internet'ten sipariş etmek için kitapyurdu link'i.

YENİ: Youtube'daki hodor hodor konuşmalarım için buradan alalım.

28 Ocak 2018 Pazar

Racon Öldü

Selam.

Racon derken eli tespihli semt abisini, Çakır'ı, Memati'yi kastetmiyorum. Racon; adı koyulmamış ve kimsenin kimseye öğretmesine dahi gerek olmayan, apriori bilinip uygulanması gereken kurallardır.

Otobüste Arap'ın teki kartonun içinde BigMac menü yiyordu, patatesleri ketçaba bandırıyor, hamburgerden aldığı koca parçayı ağzı açık çiğniyordu. Prensip sahibi bir seri katil olsaydım listeme ağız şapırdatanları da eklerdim, o derece sinir olurum. "ÇOK MU ACIKTIN FERMAN?" diye bağıracaktım sinirden amına koduğumun kavruğuna. Neyse, demek istediğim, otobüste yemek yemenin raconu bellidir ve bunu kimsenin sana öğretmesine gerek yoktur. Mesela sabah okula ya da işe yetişmek için kahvaltı yapmadan evden çıkmışsındır, yemeğini yolda yemen gerekiyordur, alırsın poğaçanı, açmanı, simidini, onları da hart diye ısırarak yemezsin, poşetin içinde koparırsın bir lokma, onu da ağzına atar sessiz sessiz çiğnersin. Tecrübeyle ve sezgiyle biliyorsundur zaten toplu taşımada yemek yeme usulünün bu olduğunu.

Bu sadece racon demekle neyi kastettiğim anlaşılsın diye verdiğim bir örnekti, yoksa işin görgü kuralı boyutunda değilim, beni kahreden esas şey; insan ilişkilerinde de bu adı koyulmamış kuralların artık geçerliliğinin kalması.

Gizlemek artık yalandan sayılmıyor. Bir şeyi saklamak ile bir şey hakkında yanlış beyanda bulunmak elbette birbirinden farklı kavramlardır. Fakat artık bir insandan gizlememen gerektiğini bildiğin bir şeyi gizlediğinde, sırf bu yaptığın yalan söyleme kategorisine girmiyor diye kendi avutup suçluluk dahi hissetmiyorsun ya, işte ben bu dejenerasyona şahit olmaya katlanamıyorum. Hasbelkader gizlenen şey ayyuka çıktığında da "Sormadın ki?" ve bunun türevi cevaplarla kendini, yanlış bir şey yapmadığın yönünde aklayabiliyorsun. Evet kağıt üzerinde haklısın, gizlemek ve yalan söylemek farklı tanımlara sahip kavramlardır. Fakat siktir et kalemi kağıdı, adı koyulmamış kurallara, racona, insanı insan yapan ve kağıda dökülmesine lüzum olmayan değerlere göre gizlemek ile yalan söylemek arasındaki fark öyle keskin çizgilerle birbirinden ayrılmaz, ayrılmamalı. Neredeyse eşdeğerlerdir. Bunu sen de bilirsin, ben de bilirim ama zorda kalındığında sen de, ben de yazılı olmayan ve dolayısıyla artık hiçbir değeri kalmayan bu kuralları çiğner, meşru olan tanımlara başvurup kendimizi aklarız.

Her canlı acıdan kaçmaya endekslenmiştir, acı demek hayatını riske atan bir tehlike demektir. En bağır basan içgüdü, yaşama içgüdüsü olduğundan dolayı, evrim bizi uzun yıllar boyunca acıdan kaçmamız gerektiği yönünde terbiye etti. Lakin konu insan olunca, işin içine ahlaki değerler de girer ve yaptığın eylemin sorumluluğunu üstlenmen gerekir. Fakat genellikle (ama çok çok çok genellikle) hayvani olan acıdan kaçma güdüsü, insani olan ahlaki değerlere üstünlük sağlar. Böyle olunca da, rasyonel tarafının inanmadığı yalana, sırf acıdan kaçmak için kendini bile inandırırsın ve en başarılı yalancılar da, kendini kandıranların arasından çıkar. Sırf acıdan kaçmak için, değil başkalarına, kendine bile yanlış bir şey yapmadığını telkin edersin, kim sikler raconu, adı koyulmamış kuralları?

Racon önemini kaybedince, aldatmak bile normalleşir. Bu sosyolojik olarak da böyledir, bireysel olarak da. Toplum bireylerden oluşur, toplumun ahlakı ise bireylerin ortak keyfi yargılarına göre şekillenir. Aldatan bireylerden oluşan toplumun ahlak anlayışı da aldatmayı normalleştirir. Bu normalleşme süreci bir devrim gibi aniden değil, evrim gibi yavaş yavaş olur.

Evrim her zaman olur, bir sonu yoktur, toplumun evriminin de bir sonu yoktur. Ahlaki değerler keyfiyete göre belirlendiği için de, ahlaken neyin doğru neyin yanlış olduğunun kesin olarak belirlenebileceği bir döneme ulaşılmayacaktır. O nedenle ahlak anlayışımız her zaman araftadır, geçiş dönemindedir. İnsanların "ahlak" zannettiği bu şey ise aslında sadece "değer yargısı"dır ve değer yargıları her zaman ara form olmaya mahkumdur. Bugünün yanlışı, yarının normali, sonraki günün de olması gerekeni olur.

Ben evrensel ahlaki değerlerin varlığına inanıyorum, fakat toplumun nasıl şekillendiğini görmemek için de aptal olmak lazım, sürekli değişiyor "doğru"lar ve "yanlış"lar.

Ahlak ya insan uydurması değer yargılarıdır ya da insanların değer yargılarından bağımsız olarak vardır. Ahlakın bir, tek ve değişmez olduğuna inanan, bunu böyle kabul eden, aksi takdirde ahlak diye bir şeyin manasının kalmayacağını gören bir insan olarak, insan içine her karıştığımda anam sikiliyor. Çünkü biz daha geçen gün bunu beraber ayıplıyorduk, şimdi herkes yaptığı için "amaan takma kafana, herkes böyle" diyorsun. Hayır, sen hiçbir zaman o şeyin gerçekten yanlış olduğunu düşünmedin, sadece o zamana kadar o yanlışı yapma imkanın yoktu, artık yapabildiğin için normal kabul ediyorsun. "Yedik işte bir bok" desen razıyım, bundan daha insani ne olabilir ki? Fakat yaptığının yanlış olduğunu da kabullenmiyorsun artık, çünkü keyfi yargıların artık seni o yanlışın doğru olduğuna inandırdı. Vicdanın rahatladı.

Televizyon ile değer yargılarımız ve ahlak anlayışımız değişti fakat yine de tamamen cesaret edemiyorduk bu yeni değer yargılarına geçiş yapmayı. İnternet ve sosyal medya ile de bu dejenere olmuş değerleri uygulama şansına eriştik. Ondan sonra da bu yeni boktan ve dejenere değer yargılarını hem kendine, hem de "yalnız olmamalıyım, hadi sen de benimle aynı fikirde ol diye" başkalarına bir misyoner edasıyla kabullendirir oldu insan. Sosyal medya, açık pazar, talep de çok, aldatıyorsun. Çünkü artık kaynaklara erişim çok kolay. Arz da bol talep de.

Ben acıdan kaçmak için insanlardan kaçıyorum, çok yıpratıcılar ama rasyonel tarafım bana insanlardan uzaklaşma denen boku dozunda yapmam gerektiğini söylüyor. Hem şahsi ideallerim, hem de ihtiyaçlarım için. Eh Howard Roark idealize bir roman kahramanı, bir übermensch... Bizim içinse sevme ve sevilme bir ihtiyaç, hem de çok önemli bir ihtiyaç. Sadece sevilme değil, sevme de çok büyük bir ihtiyaç ve sevmeye layık çok az insan olduğu için sevmek, sevilmekten bile daha zor karşılanabilen bir ihtiyaca dönüştü.

"Keşke muhafaza edilebilecek bir değer kalsaydı da muhafazakar olabilseydim, çünkü muhafazakar olmak, isyankar olmaktan daha kolay" derdim. Yok ama, gittikçe anası sikilen domestik değerleri, raconu, adı koyulmamış kuralları muhafaza etmek için, karşında sayısı milyarları bulan bir dejenere ordu olduğundan dolayı bu iş hiç de kolay değil.

En kötüsü de, sen de meylediyorsun etrafına. Manipüle olman çok kolay. Haliyle sen Muhammed değilken, yanında Hatice, Ebu Bekir, Ali yok diye şikayet etme hakkına da sahip olamazsın. Şahsen artık birisi canımı acıttığında, o kişiye karşı oldukça adaletli ve dürüst olmuş olsam bile haksızlığa uğradığımı düşünmüyorum, bütüncül tabloya baktığımda hak ettiğimi bulduğumu, hatta az bile bulduğumu düşünüyorum. Kişisel algılayamıyorum artık olayları. "Bana ha, bana? Lan benim gibi adama yapılır mı bu?" diyorsan kafanı sikeyim, öyle bir yaparlar ki. Birincisi, sen hayatınca boyunca ok gibi dümdüz bir insan mı oldun ki kötülüğe maruz kalmaktan münezzeh olasın? İkincisi, sana onu yapan, herkese yapardı, sana denk gelmiş sadece, çok büyütme, efendi uslu acını çek sadece.

Ben karakterin değişebildiğini asla düşünmüyorum. "Olur mu ama, adamın başına büyük bir olay geliyor, o günden sonra bambaşka birisi oluyor", evet bunun gibi örnekleri görüyoruz etrafımızda seyrek de olsa, fakat o değişen insanın, karakterinin bir parçası da zaten o yöneldiği yanıydı. Sıra şimdi karakterinin o yönünün baskın gelmesinde. Fakat iyiye doğru değiştiğini zannettiğin bir insan, daima o içindeki canavara uyma potansiyeli taşır ve muhtemelen uyacaktır da. "Bir kez aldatan, yine aldatır" sözü var ya, bu da klişedir ve bu da doğrudur.

Tüketim deyince akla hemen mal, mülk, eşya gelir. Biz birçok şeyi tükettik, zira artık imkan sahibiyiz. Kapitalizm alım gücünü de, kaynaklara erişim imkanını da arttırdı. Bu, iyi olduğu kadar kötü sonuçlara da yol açtı. Saf kalması gereken değerleri de tükettik ve bunların içini boşalttık. Zaten yetinmemeye, doymamaya programlanmış tabiatımız ile, daha fazla tükettikçe daha mutlu oluruz zannettik. Oysa "daha fazlası" ile "daha iyisi"ni hep birbiriyle karıştırdık. Daha fazla insan arasına karıştıkça daha mutlu olurum zannettik, olamadık. Daha fazla insanla sevişirsem daha mutlu olurum dedik, olamadık. İnsan doyumsuzdur, bu insanın var olan tabiatıdır, bu tabiata sahip olan insanın ise "daha fazla" ile kendini mutlu edebileceğini zannetmesi, bizim anamızı sikti. 

Racon kalmayınca, değerlerin içi boşaltılınca, duygusuzlaştık. Duygular olmadan insan sağlıklı bir şekilde düşünemez. Bakın duygusallıktan bahsetmiyorum, duygu diyorum. Misal şöyle bir örnek vereyim, şu Ridley Scott'ın meşhur Alien filminden, en eski olanı. Hani bir grup eleman bir gezegen keşfi esnasında tesadüfen tuhaf bir yaratıkla karşılaşıyor, baya vahşi, tuttuğunu sikiyor. Ayrıca bizim keşif ekibinin arasında da insan kılıklı bir android (robot işte lan) var. Bunları keşfe gönderen şirket yemiş bizim ekibi, ekipten gizli olan esas görevi idare etmesi için bu insan kılıklı robotu görevlendirmişler. Film ilerleyince bu elemanın robot olduğu anlaşılıyor, bunu parçalıyorlar falan. Ve duygu sahibi olmayan bu robot, duygu sahibi olmayan diğer vahşi Alien hakkında şunları söylüyor:



"Mükemmel organizma. Saflığına hayranlık duyuyorum. Hayatta kalmaya endeksli (survivor). Vicdan, pişmanlık ya da ahlak kuruntularından arınmış."

Duygular olmadan insanın sağlıklı düşünemeyeceğinden kastım işte tam olarak buydu. Alt metin olarak da olsa güzel işlemişler konuyu.

Adı koyulmamış değerleri ve raconu çiğneyince, biz de buna dönüştük. Duygularımız kalmadı diyemem ama kullanılmayan her beceri, her organ gibi o da köreldi. 20 yaş dişi gibi bir artık organ oldu artık vicdan. Acı veren ve kullanılmamaktan körelmiş, fakat yine de tam olarak yok olmayı becerememiş artık bir organ, bir yük...

Duygusuzlaşmayı doğal karşılar olduk. Yineliyorum, duygusallık denilen aptallıktan bahsetmiyorum, bizde hassas veya duyarlı olmak gibi algılansa da duygusallık; akıldan çok içgüdülere uymak demektir ki bu düpedüz embesilliktir. Fakat duyguların tamamen elendiği bir düşünce, rasyonel olamaz. Kuran'da "Aklını ve gönlünü çalıştıranlardan başkası düşünüp anlayamaz" ifadesi birçok yerde geçer, hah işte onu kastediyorum (2/269, 3/190, 12/111 vs).

Rasyonellik ve akıl, insan kararlarında daima ilk kriter olmalıdır. Rasyonelliğe uymayan şey çöpe atılmalıdır. Fakat akıl, duygudan tamamen arınırsa, geriye sadece zeka kalır ve bu zekanın ne uğruna bir şeyler ürettiği bilinemez. Meramımı bir de şöyle anlatayım;

Öjenik diye bir olay var, İngilizcesi "eugenics". Eski Yunancadaki "eu" (iyi) ve "genos" (ırk) sözcüklerinden geliyor. İyi ırk/iyi gen demek işte. Şimdi biz eskilerden beri ağaçlara aşılama yapıp daha iyi mahsul elde etmeye çalışıyoruz ya veya ne bileyim en sağlıklı ve çevik atları birbirleriyle çiftleştirip en iyi atları yetiştiriyoruz ya, Francis Galton 19. yüzyılda bunun aynısının insanlar için de yapılabileceği fikriyle çıkageliyor. Aslında ondan önce diyenler de var, Platon'un devletinde de daha süper insanların doğması için hangi kadın ile hangi erkeğin doğum yapma amacıyla seks yapması gerektiği devlet tarafından belirleniyor. Platon'unki teoride kalıyor ama pratikte ilk uygulayanlar Spartalılar oluyor. Erkek bebek doğar doğmaz bilgeler tarafından kontrol ediliyor, "cılız lan bu, bundan bi sikim olmaz" dedikleri bebeği nehre atıp öldürüyorlar. Belki Spartalıların iyi savaşçılar olmasında bunun payı vardır ki bence muhtemelen var.

Galton zeka, fiziksel özellikler hatta aristokrat bir aileden gelme gibi birtakım kriterleri baz alarak daha süper bir insan neslinin yetişmesi için sadece bu özelliklere sahip olan insanların üremesi gerektiğini savunuyor. Galton, dehası herkesçe kabul edilen bir adam, matematikten sosyolojiye bir sürü dala hakim. Fakat Galton'ın öjenik fikrine "sahte bilim" deniyor. Oysa sahte bilim yapmıyor, bu konu üzerine yazdığı makaleleri ve kitapları incelediğimde gördüm ki adamın yöntemi tamamen bilimsel. Galton'ın öjenik fikrine sahte bilim denilmesinin yegane sebebi, tabi ki bunun insanlık dışı ve vicdansız bir fikir olmasıdır, yoksa hiç de sahte bilim değildir. Vicdana sığmadığı için "sahte bilim" iftirası atılıyor adamın tezine.

Bilim, Galton'ın öjenik fikrinin "doğru" mu "yanlış" mı olduğu konusunda bir şey söyleyemez elbette, bu etiğin alanıdır, fakat "Öjenik insanları daha yakışıklı ve güzel yapar mı?", "Öjenik insanları daha zeki yapar mı?" gibi sorulara bilim cevap verebilir.

Galton'ın fikri "bilimsel değil" deyip bir kenara fırlatılamaz, fakat "yanlış" demek için elimizde tek bir sebep var: Ahlak.

Galton'ın kendisinin duygudan yoksun olduğunu söylemiyorum elbette, adamın bir ideali var işte. Fakat duygu olmayan bir rasyonalite, Galton'ın fikrini onaylardı. Tıpkı Alien filmindeki robot gibi.

Duygularımız köreldikçe, vicdanımız da köreliyor. Adı koyulmamış kurallar çiğnenmeye başlandığında, racon bittiğinde, onaylanmaması gereken birçok şey normalleşiyor: Gizlemek, saman altından su yürütmek, verdiğin sözü tutmamak, ihtiyacı olana bir pay vermemek, aldatmak, kandırmak, daha fazlasını elde etmek için her şeyi kendine mübah kılmak... Kuran'ın deyimiyle: "kendini her türlü ihtiyacın üstünde görmek" (80/5, 96/7).

Yanlış anlama, ben iyiyim millet kötü demiyorum, aksine o kadar ayıpladığım insanlardan biri haline geldim ki, o yüzden başıma gelenleri hak ettiğimi düşünmekle kalmıyor, bunun böyle olduğunu biliyorum. Sen de mastürbasyon yapma hiç "evet ya dünya bu hale geldi" diye, aynı bokun laciverdiyiz aşağı yukarı, çok az insanı istisna görelim ki herkes de kendini bu gibi durumlarda o istisnadan sayar. Lan sayınız bu kadar çok olsaydı adına "istisna" denmezdi bunun.

Sahip olunan imkanlar, karı kız, şu bu arttıkça "Ben çok erken doğmuşum yaa" lafını daha sık duyar oluyorum insanlardan. Bense çok geç doğduğumu düşünüyorum. Ne olurdu ki, 30-40 sene yaşasaydık da bu kadar karışık olmasaydı her şey. İdeallerimiz yine büyük olurdu ama hayatlarımız daha küçük olurdu. Ne bileyim evet belki boktan bir hastalık yüzünden ölürdük ama daha sakin yaşardık. Ava çıkardık, balık avlardık, akşamları ateş yakar etrafında iki kap bira içerdik. Nedir yani.

Ben 15 yaşımdayken benim için başkalarından dayak yiyen, biz yalnızken de bana dayak atan Siirtli Hasan'ı özlüyorum. Başkaları olduğunda seni satan, yalnız kaldığında da sana sahte sevgi gösterilerinde bulunan raconsuz orospu çocuklarını değil.

Sikeyim anasını.